Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Psİkİyatrİk Rahatsizliklar

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
PSİKİYATRİK RAHATSIZLIKLAR


PANİK ATAK
Bilindiği gibi panik atak tüm dünyada giderek artan bir önemi ve dikkati üzerinde toplamaktadır. Bu önemi hak etmesinin birinci nedeni, giderek yaygınlaşması, toplum sağlığını tehdit eder boyuta ulaşmasıdır. Yakın zamanda yapılan bir araştırma sonucuna göre ABD de her beş kişiden birinin panik atak geçirdiği belirlenmiştir. Ülkemizde de her yüz kişiden 4'nün tedavi gerektirecek düzeyde panik atak problemiyle karşı karşıya olduğu sanılmaktadır. Her yüz kişiden 10' u da panik atak için sırada beklemektedir. Hastalığı önemli kılan en önemli etken budur. Diğeri de sanıldığı gibi kolay tedavi edilemediğinin, beklenmedik zamanlarda tekrar ortaya çıkabildiğinin anlaşılmasıdır.

Panik atak fiziksel belirtilerle seyreden bir psikolojik sendrom olarak basitçe tarif edilebilir. Ancak hastaların da söylediği gibi yaşananlar hiçte basit değildir. Kimilerine göre hissedilenlerin tarifi mümkün değildir. Bu fiziksel belirtiler alelade değildir. Çok şiddetli ve sarsıcı olarak yaşanır. Örneğin çok şiddetli bir kalp atımı, sanki kalbiniz yerinden fırlayacakmış gibi, buna eşlik eden beyninde uğultu, basınç, sanki tansiyonu çok yükselmiş gibi bir his. Bu arada düşüncelerde bulanıklaşma giderek benliği saran ölüm korkusu ve -sonum geldi- düşünceleri ile bazen nefes düzensizliği ile başlar, nöbet şiddetlenir, dilinizin boğazınıza kaçtığını düşünür nefes alamaz (aslında alırsınız) hale gelir. Bayılma hissi acil yardım arama ve yine ölüm korkusu hissedebilirsiniz.

Fiziksel belirtiler çok çeşitli olabilir. Belirtiler çoğu kez korkulan bir hastalığın taklididir. Kalp krizi, tansiyon yükselmesi, beyin kanaması ya da felç geçiriyor olma gibi. Ama gerçekte bunların hiçbiri olmuyordur. Üstelik bu belirtiler yukarıdaki hastalıkların herhangi birini yaşıyor olsanız bu kadar kuvvetli ve korkutucu olamaz. Bu noktadan bakınca panik atak aslında uyanıkken görülen bir kabusa benzer. Örneğin kalp krizi geçirdiği kabusu gibi ve hastalar bir kabustaki gibi çaresizdirler.

Hastaları bu yaşadıklarının gerçekte olmadığına inandırmak pek güçtür. O yüzden başlangıçta psikiyatrik tedaviye pek yanaşmazlar. Bir dönemi acil servislerde ya da kardiyoloji servislerinde çare arayarak geçirebilirler. Panik atağı tanımak, kabullenmek ve tedavisine başlamak ilk ve önemli adımdır. Ama tedavi bununla bitmez. Bu belirtilerin psikolojik olduğu kabul edilse bile, her gelişi korkutmaya devam edebilir.

Bu nöbetler ya da ataklar gelmeye devam ettikçe, hastalarda iki temel belirti daha ortaya çıkar. Bunlardan birincisi beklenti anksiyetesi denen bu atakların tekrarlayacağı korkusudur. Hastaların beyni 'ya bunu tekrar geçirirsem' korkusuyla çok fazla meşgul olabilir. Bu durum hastayı depresyona sürükleyebilir.

İkinci temel belirti de kaçınmalardır. Bu nöbetler yaşandıkça kişi bazı ortam ve durumlarda bulunmaktan kaçınır. Örneğin çarpıntısı olacağı korkusuyla spor yapmaktan, havasız kalacağı korkusuyla kapalı ortamlardan, herkesin içinde düşüp bayılabileceği korkusu ile kalabalık ortamlarda bulunmaktan, asansörlerden, toplu taşıma araçlarından, toplantılardan vs. kaçınmaya başlar.

Kaçınmanın bir diğer görünümü de yalnız kalamamaya başlama ya da bazı koşullarda yalnız bulunmama çabasıdır. Hasta başına bir şey geleceği korkusu ile hep yanında birini bulundurma - hatta küçük bir çocuk bile olabilir - eğiliminde olabilir. Bazı hastalar evden çıkamaz hale gelebilir. Kuaföre gidemez, giysi almak için mağaza görevlisini eve çağırır.

Kaçınmalar değişik boyutlarda olabilir. Silik, hafif ya da şiddetli, ya da sadece bazı durumlarda ortaya çıkabilir. Örneğin tatile çıkacağında orada tam teşekküllü bir hastane olmadığını öğrenip gitmekten vazgeçme gibi.

Panik atakta görülebilen fiziksel belirtilerden bazıları:

- Mideye bir şey çöküyor hissi
- Avuç içlerinde terleme
- Her tarafta sıcaklık hissetmek
- Hızlı ve şiddetli kalp atışları
- Ellerde titreme
- Diz ve bacaklarda güçsüzlük veya esneklik
- İç titremesi, titreme duygusu
- Ağız kuruluğu
- Boğazda yumruk hissi
- Göğüste basınç
- Hızlı nefes alıp verme
- Bulantı veya ishal
- Baş dönmesi, sersemlik, göz kararması
- Gerçek dışılık hissi (rüyada gibiyim)
- Açık olarak (net olarak) düşünememe
- Bulanık görme
- Kısmen felce uğramışlık duygusu
- Ayrılma yada hayal gibi hareket etme duygusu
- Çarpıntılar veya düzensiz kalp atışları
- Ellerde, ayaklarda ve yüzde karıncalanma
- Göğüs ağrısı
- Bayılma hissi
- Midede titreme heyecan
- Soğuk ve ıslak eller

Bunlara da şu korkular ya da negatif düşünceler eşlik edebilir:

- Ölmek üzereyim
- Kalp krizi geçiriyorum
- Aklımı yitirmek üzereyim
- Kendimden geçmek üzereyim
- Tıkanmadan öleceğim
- Nefes almam mümkün olmayacak
- İnme inecek, felç olabilirim
- Kontrolümü kaybediyorum
- Tansiyonum çok yükseldi ve beyin kanaması geçirmek üzereyim

Panik atağın tedavisine gelecek olursak, önce şunu belirtmekte yarar var. Panik atak sadece ve sadece psikiyatristlerin tedavi etmesi gereken bir hastalıktır. Tedavi bir çok yöntemin kombine uygulanması ile daha çabuk sonuş verir. Sadece ilaçla ya da sadece terapi ile iyileşmesi nadirdir. En önemlisi de belirttiğimiz gibi hastalık hakkında bilinçlenmedir. Örneğin alıştığımız bir panik nöbet türü birden başka bir görünüme bürünebilir. Onun için olabilecekleri bilmek hazırlıklı olmak çok önemlidir. Evde kendi kendini tedavi etmeye çalışmanın kendi kendine apandisit ameliyatı yapmaktan farkı yoktur. Mutlaka bir uzmandan yardım alınmalıdır. Hastalığın nüks edebileceği unutulmamalıdır.

Tedaviye hastanın katılımı da sağlandığında 4 - 6 ay içinde tümüyle iyileşme şansı %95 dir. Hasta, hastalığı yenmesini öğrenmediyse nüks etme riski hep vardır. Panik atağı iyi tanımak, tedaviden kaçınmamak, tedavi için doğru adresi bulmak önemlidir. Hipnoz, akupunktur, üfürükçü tedavileri zarar verebilir.

Geçerli tedavi yöntemleri:

- Psikoterapi
- İlaç kullanımı
- Relaksasyon teknikleri
- Nefes egzersizleri
- Spor ve egzersiz
- Biofeedback
- İmajinasyon
- Üstüne gitme teknikleri
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DUYGULANIM BOZUKLUKLARI


Duygulanım bireyin olaylara, anılara, düşüncelere, duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Neşe, öfke, üzüntü, nefret, kin, sıkıntı, korku gibi. Bu normal duygulanımlar uzun süre aşırılaştığı ya da uygunsuz tepkiler olarak ortaya çıktığında duygulanım bozukluğu düşünülebilir. İnsanda duygu-durum dört ana başlık altında sınıflandırılabilir:

Normal duygu-durum: Belli sınırlar içinde dalgalanmalar ve değişmeler gösterir.
Tşkın Duygu-Durum: Coşma, aşırı neşe, aşırı öfkelilik duygularını içerir.
Çökkün duygu-durum: Elemli, sıkıntılı duyguları içerir.
Uygunsuz duygulanım: Uyaranla bağdaşmayan duygulanım biçiminde görülür.
Çökkünlük (depresyon), derin üzüntülü bir duygu içinde düşünce, konuşma ve hareketlerde yavaşlama ve durgunluk olarak özetlenebilir.

Taşkınlık, aşırı neşeli, bazen de öfkeli, coşkulu bir duygudurum içinde düşünce, konuşma, hareketlerde hızlanma ile tanımlanır.

Duygulanım bozuklukları, öncelikle ruhsal çökkünlükler, bütün hastalıklar arasında en sık görülen rahatsızlıklardır. Belirtiler başlangıçta hafiftir. Çeşitli bedensel yakınmalar, halsizlik, iştahsızlık, çabuk yorulma ile başlar. Hasta önce kendi kendine bu sıkıntıları yenmeye uğraşır. Başaramayınca karamsarlık başlar. Hafif ya da orta derecede çökkünlük nöbeti genellikle iki üç haftadan birkaç aya kadar sürer. Altı yedi ay süren ağır çökkünlükler vardır. Psikiyatrik tedavi gereklidir. Hastalığın seyri tedavinin düzenli oluşuna ve psikososyal sebeplere bağlı olabilir.

Sık çökkünlük nöbetleri geçiren hastalar tedavi görseler bile yıllar boyunca iş ve aile yaşamlarında önemli sorunlarla karşılaşabilirler. Tedavi olup sağlıklı bir durum sergileseler de hastalığın tekrarlayacağı korkusu kişiyi hep tedirgin eder. Kişinin kendine olan güvenini zedeler. Toplumsal, mesleksel ve meslekdışı ilgileri zayıflar. Aşağılık ve yetersizlik duyguları gelişebilir. Hastaların önemli bir bölümü uygun bir tedavi ile sağlıklı bir yaşam sürdürebilir. Genellikle kişilik bozukluğunun az olması, kişinin esnek ve değişebilen koşullara kolayca uyum sağlayabilmesi, olumlu iş ve aile koşullarının olması, tedaviye erken başlama, yaşın çok ileri olmaması, nöbetlerin seyrek ve iyilik dönemlerinin uzun oluşu, nöbetlerin çevresel koşullara çok bağlı olmaması, alkol ve ilaç alışkanlıklarının bulunmaması tedavi açısından olumlu göstergelerdir.
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
CİNSEL BOZUKLUKLAR


Cinsel kimlik ; kişinin kendini belli bir cinsiyet içinde algılamasıdır.

Cinsel yönelim ; ise kişinin duygu ,düşünce ve hareketlerinde belirli bir cinsiyete doğru yönelmesidir.

Cinsel kimlik çocukluğun ilk birkaç yılında belirlenir ve yaşamın ilk yıllarındaki deneyimlerin etkisi büyüktür. Ailenin cinselliğe karşı tutumu cinsel kimlik gelişimini belirleyebilir. Aile de çocukla uygun özdeşleşen bireylerin bulunması çok önemlidir. Mesela kız çocuğun anne ya da anne yerinde olan bir kadınla özdeşleşmesi sonucu çocuğun cinsel kimliğinin benimsenmesini sağlar.

Cinsel İşlev Bozukluklarının Oluşmasını Hazırlayan Faktörler:

Aşırı tutucu ve dindar yetiştirilme
Büyüklerinin cinsellik hakkında yanlış bilgiler vermesi
Cinsellik hakkında bilgilerinin kısıtlı olması
Eşini evlenmeden önce fazla tanımaması
Cinsel İşlev Bozukluklarının Ortaya Çıkaran Faktörler:

Eşler arasında sevgi ve şefkatin ifade edilememesi
Cinsel iletişimin olmaması ya da yeterli olmaması
Cinsel ilişkiye ayrılan zamanın çok az olması


Cinsel İşlev Bozukluğu Görülme Sıklığı :

Geçen yıllarda yapılan araştırmalar daha çok erkekler üzerinde yapılmıştır. Ama son zamanlarda yapılan araştırmalarda kadınlar üzerinde durulmaya başlanmıştır.

Erkekler üzerine yapılan bir araştırma da tüm dünyada görülme sıklığı 40-70 yaş arası erkeklerin yaklaşık %55’inde hafif, orta, ağır derecelerde ereksiyon bozuklukları bulunmaktadır. Erişkin erkeklerin %15’inde, 50 yaş üzeri erkeklerin %30’unda cinsel istek kaybı görülmektedir. Erkeklerin %30’unda erken boşalma görülmektedir Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre kadınlarda % 43 oranında cinsel işlev bozukluğu görülürken ; erkeklerin ise % 32 sinde bulunmuştur.

Kadınlar da ise en sık orgazm olamama ve cinsel isteksizlik yer alıyor. Kadınların % 40-50 si orgazm güçlüğü yaşadıklarını bildirmişler. Daha sonra ise vajinismus sıklıkla görülüyor.




TEDAVİ


Son yıllarda cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde daha çok bilişsel-davranışçı yöntemler kullanılmaktadır. Bu yöntemler şartlama ve pekiştirme ilkelerine dayanır. Buna göre cinsel işlev bozuklukların temelinde yanlış koşullanmalar ve yanlış inançlar olduğu ve tedavisinin ancak bunların silinip yerine uyumsal olanı öğreterek gerçekleştirilir. Tedaviye başlamadan önce çok yönlü ve detaylı bir biçimde değerlendirme yapılması çok önemlidir. Çünkü bu bozukluklar birçok şeyden etkilenir : ailesiyle ilişkileri , eşiyle ilikisi , cinsellik hakkındaki bilgileri , geçmiş cinsel deneyimleri , travmaları. Tedaviye genellikle ciftler Tedavi sırasında eşlerin birbirleriyle olan iletişimleri zenginleştirilir. Çeşitli ev ödevleri verilir. Çeşitli teknikler uygulanarak kişilere yardımcı olunur. Eğer başka psikiyatrik hastalıklarla beraber görülürse ilk başta psikiyatrik hastalık tedavi edilir ; daha sonra cinsel işlev bozukluklarının tedavisine geçilir.
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
SOMATİZASYON BOZUKLUĞU

Somatizasyonu stresin ya da duygusal sorunların fiziksel yakınmalarla ifade edilmesi olarak tanımlayabiliriz. Ruhsal sıkıntı ve gerginlik uygun biçimde ifade yolu bulamadığında kişi bunun için bedenini kullanmakta ve sıkıntısını 'bedenselleştirmekte’ yani bedeniyle ifade etmektedir. Bedenselleştirme de en çok ağrıdan yakınılır; halsizlik, baş dönmesi, nefes darlığı ve çarpıntı da sık görülen diğer yakınmalardır. Ağrılar baş, sırt, bacak, kol, eklem gibi vücudun bir çok bölgesinde olabilmektedir. Somatizasyon mide bulantısı, kanama, kusma ve yemeğe dayanamama gibi bir çok şekilde de ortaya çıkabilir. Hatta bazen kişinin herhangi bir enfeksiyonu olmamasına rağmen idrarını ağrılı yapmasına bile neden olabilir.

Ruhsal bir bozukluk tanısı olan Somatizasyon Bozukluğunu ise şöyle tanımlayabiliriz: Fizik muayene ve laboratuar incelemeleri sonucunda organik bir neden ile açıklanamayan birçok bedensel yakınmanın bulunması ve bu yakınmaların kişinin mesleki, sosyal ve özel hayatındaki işlevselliğini etkilemesi (tıbbi bir durum olsa bile , psikolojik zorlanma ve işlevsellikte bozulma fizik muayene ve laboratuar bulgularına göre beklenenden daha fazladır).

Somatizasyon bozukluğu 30 yaşından önce başlar ve yıllar süren kronik bir seyir gösterir. Bedensel yakınmalar için genellikle ruh sağlığı uzmanlarına başvurulmadığı için, kişinin yakınmalarının düzelmemesi ve kronikleşmesi söz konusudur. Ayrıca bu durum çok miktarda ilaç kullanımına ve gereksiz tedavi masraflarına yol açmaktadır. Bu hastalık için yapılan sağlık harcamasının ortalamanın dokuz kat üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Tabi ki tüm bunlar da kişinin evlilik, iş ve sosyal yaşantısını olumsuz yönde etkilemektedir.

Bir başka önemli konu da, kişinin bu belirtileri bilinçli olarak ortaya çıkarıp çıkarmadığıdır. Kişinin yakınları tarafından uzmanlara en çok sorulan soru budur. Sonuçta bu soruna neden olabilecek fiziksel bir bulguya rastlanmamış olması kişiyi bazen, yakınlarının yanında zor duruma düşürse de bu belirtiler kesinlikle bilinçli bir çabanın ürünü değildir. Kişi bunları isteyerek yapmamaktadır!

Tüm toplumda, bu hastalığa ömür boyu yakalanma riski % 0.1-0.5’tir. Kadınlarda 5-20 kat daha çok görülür. Pratisyen hekimlere başvuruların 5-10% unu oluşturur. Genellikle ergenlikte ve genç erişkinlikte ortaya çıkar. Bu kişilerin aile öyküsünde benzer hastalığı olan kişilere rastlanır. Bu tanıyı almış kişilerin kız kardeş ve annelerinde hastalık %10-20 dolayında görülür. Tek yumurta ikizlerinde eş hastalanma oranı %29, çift yumurta ikizlerine %10’dur. Genel olarak farklı etnik ve toplumsal kökenden gelen, alt sosyoekonomik katmanın üyesi, eğitim düzeyi düşük kadın hastalarda somatizasyonun daha sık görüldüğü düşünülmektedir. Tek ebeveyn olma, yalnız yaşama ve işsizlik de riski artıran faktörlerdir.

Somatizasyon bozukluğunun çıkardığı sorunların en önemlisi sağlık kurumlarına yapılan yüksek harcamadır. Bazı kurumlarda suistimale uğrayabilirler. Gereksiz ilaç kullandıkları için gerçekten hasta olabilirler. Ayrıca bu kişiler klinisyenleri çok fazla meşgul etmekte ve çaresiz bırakmaktadır.

Ancak kişiye Somatizasyon Bozukluğu tanısını koyarken çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü somatik belirtilere depresyon, anksiyete bozukluğu, kişilik bozukluğu, fobi ve panik atak hastalarında da rastlanır. Örneğin, depresyon ve anksiyete hastalarının %85'inde somatik yakınmalar vardır. Bunun yanında somatizasyon, Somatizasyon Bozukluğu tanı kriterlerini karşılamaksızın zorlanmaya tepki olarak, olağan bedensel duyumlara olağandışı duyarlılık olarak ya da yalnızca kültürel bir ifade tarzı olarak da ortaya çıkabilirler. Örneğin, kocasıyla duygusal bir yakınlık içine giremeyen, kocasından saygı görmeyen kadınlarda bedensel yakınmalara sıklıkla rastlıyoruz.

Somatizasyon bozukluğu, kendiliğinden iyileşmenin nadir olduğu bir ruhsal rahatsızlıktır. 6-8 yıl süre ile herhangi bir tedavi görmeyen hastaların %90’nında rahatsızlığın sürdüğü bildirilmektedir. Özellikle yaşam koşullarının ağırlaştığı dönemlerde belirtilerinin şiddetlendiği ve yenilerinin eklendiği görülür. Yakınmaların hafiflediği iyilik dönemleri genellikle bir yılı aşmaz. Yıllarca süren somatizasyon bozukluğu olan hastalarda sosyal yeti yitimi görülen hasta oranının %83’ü bulabildiği bildirilmektedir.

Somatizasyon Bozukluğunun tedavisi oldukça zordur. Çünkü kişiler yakınmalarının bir tür psikolojik bozukluk olduğunu kabullenmezler. Tedavi yaklaşımında önce kişiye ve ailesine bunun psikolojik bozukluk olduğunu anlatmaya çalışmak ve uzlaşmak gerekir. Bu özellikle kişi tarafından kolay kabullenilmez. Bazı dirençler gösterebilir. Bu uzlaşma gerçekleşirse hastadan psikiyatristinin/psikoloğunun onayı olmadan başka bir hekime ya da tahlile yönelmemesi istenir. Böyle bir ittifak kurulduktan sonra da psikoterapi sürecine başlanır.
Sonuç olarak, 1 yıllık bir psikoterapi sürecinde tedavi şansı % 80 'e kadar çıkar.
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
KONVERSİYON BOZUKLUĞU

Konversiyon bozukluğu, genellikle hareket, duyu ve nörovejetatif sistem organlarında, organik bir temele dayanmayan işlev yitimi, azalması ya da çoğalması olarak tanımlanmaktadır. Konversiyon bozukluğunda tipik bir klinik görünüm yoktur. Belirtiler çok değişik olabilir ve bir kişide zaman içinde çok kılık değiştirebilir, ancak en sık rastlanan belirtiler felç, körlük ve konuşamamadır. Belirtileri aşağıdaki şekilde gruplandırabiliriz:

Nöbetlerle gelen psikomotor belirtiler: saraya benzeyen kasılma nöbetleri, kısa süreli bayılmalar, gülmeler, ağlamalar, kasılmalar, uyuşmalar. Saradan farklı olarak saraya benzeyen nöbetlerde dil ısırma, idrar kaçırma, bilinç bozukluğu, düşerek kendini yaralama ve gece uykuda nöbet geçirme gözlenmez. Nöbet sırasında ve ara dönemlerde nörolojik muayene ve testlerde bir bozukluk yoktur.

Duyusal belirtiler: ağrılar, duyu azalması, duyu yitimi (bedenin bir kısmını hissedememe), uyuşma-karıncalanmalar, sağırlık, körlük şeklindedir.

Hareket belirtileri: yürüyememe, kasılmalar, kollarda güç azalması, inmeler (felçler), tikler, dil tutulması, ses çıkaramama. Güçsüzlük, paraliziler sık karşılaşılan motor belirtilerdir. Fizik muayenede beklenen nesnel işaretler genellikle saptanmaz. Sendelemeler, çevreye çarpmalar ve sallanmalarla giden yürüyüş biçimleri gözlenebilir. Kişiler her an yere düşecek izlenimi vermelerine rağmen nadiren düşer, düşse de kendilerini kollayarak düştüklerinde yaralanmazlar. Kişilerin bazen kas zayıflığı varmışçasına ayakta duramadığı ya da yürüyemedikleri görülebilir.

Nörovejatif belirtiler: boğazda düğümlenme, kusmalar, öksürük, hıçkırık, hava yutma.

Bu tip bozukluk belirtileri gösteren kişilerin yakınlarının en çok sordukları soru, kişinin bu belirtileri bilinçli olarak ortaya çıkarıp çıkarmadığıdır. Sonuçta bu duruma neden olabilecek fiziksel bir bulguya rastlanmamış olması kişiyi bazen, yakınlarının yanında zor duruma düşürebilir. Oysa bu belirtiler bilinçli bir çabanın ürünü değildir.

Konversiyon semptomları erken çocukluktan 90’lı yaşlara kadar her yaşta görülebilmekte ise de 15-35 yaş arasında daha sık görülmektedir. Sıklığı toplumdan topluma ve sosyokültürel düzeylere göre değişmektedir. Gelişmiş batı toplumlarında konversiyon bozukluğu sıklığının azaldığı öne sürülmektedir. Çeşitli toplumlarda yapılan çalışmalarda görülme sıklığının 100.000’de 15-300 arasında değiştiği belirlenmiştir. Psikiyatri polikliniklerinde görülme oranı Batıda %1-3, gelişmekte olan ülkelerde yaklaşık %10 olarak bildirilmiştir. Ülkemizde bu oran çeşitli çalışmalarda %4.5-32 arasında değişmektedir. Farklı araştırma sonuçlarına göre kadınlarda erkeklere göre 2-10 kat daha çok görülmektedir.

Kırsal kesimden olma, alt sosyoekonomik koşullar ve düşük eğitim düzeyi, yetersiz iç görü ve düşük IQ ile konversiyon bozukluğu sıklığı artmaktadır.

Konversiyon belirtilerinin kişinin içinde yaşadığı toplum ve kültürden etkilendiği düşünülmektedir. Sözel ve duygusal ifadelerin kısıtlandığı durumlarda sözsüz bir iletişim aracı olmaktadırlar. Böylece yasaklanmış duygu ve fikirler, mimikler ve davranışlarla, yani konversiyon belirtileri olarak dışa vurulabilirler. Ruhsal yakınmaların önemsenmediği ya da zayıflık olarak nitelendirildiği toplumlarda, duyguların bedenselleştirilme olasılığı yükselmektedir.

İyi bir fizik ve nörolojik muayenenin yanınde psikolojik değerlendirme çok önemlidir. Konversiyon bozukluğu gösteren hastalarda, depresyon, panik bozukluğu, dissosiyatif bozukluk, kişilik bozukluğu ve obsesif kompulsif kişiliğin sıklıkla birlikte görüldüğü bildirilmiştir. Uygun çevresel koşullarda çoğu zaman telkin yöntemiyle, hatta kendiliğinden, belirtilerde düzelme görülür. Hacı hocaya götürülerek iyileşen durumların çoğu aslında konversiyon bozukluğudur.
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
HİPOKONDRİYAZİS(Hastalık Hastalığı)

Kişinin vücut semptomlarını yanlış yorumlamasına bağlı olarak ciddi bir hastalığı olacağı korkusunu ya da ciddi bir hastalığı olduğu düşüncesini taşıyıp durmasıdır. Yeterli tıbbi değerlendirme yapılmasına ve güvence verilmesine karşın bu düşünceler sürüp gitmektedir. Vücudun normal çalışmasına ait bir takım belirtilere, anormal gözü ile bakılmakta ve yanlış anlamlar yüklenip, hastalık belirtisi olarak düşünülmektedir. Örnek olarak kalp atışları, terleme, öksürme, esneme, kabızlık gibi durumlar ciddi bir hastalığın (kanser, kalp krizi, ağır bir nörolojik hastalık gibi ) işaretleri olarak kabul edilmektedir. Ayni anda bir çok organa ait kuşku olabilirken, sadece bir organ veya hastalığa ait kuşku da bulunabilir.

Hipokondriyaziste kişinin düşünce içerikleri hastalık kuşkuları ve kaygıları ve hastalık tanıları ile doludur. Bedenlerinin çeşitli yerlerine bir bozukluk, bir ağrı olup olmadığını anlamak için dokunabilirler, bastırabilirler. Ellerini göğüse, kalp bölgesine tutabilirler. Nabız yoklayabilirler. Bedenin çeşitli bölgelerindeki bir ağrıya, duyuya aşırı dikkat vardır. Göğüste bir kas ağrısı hemen kalp hastalığı kuşkularını doğurabilir. Dışkısını, sidiğini yoklama görülebilir. Renk, koku değişiklerine anlam vermeye çalışabilirler. Bir gaz sancısı bağırsaklarda ciddi bir hastalığın işareti olabilir. Hipokondriyaziste sürekli hastalık düşünüldüğünden bu durum kişinin başka konularla ilgilenmesini engelleyebilir, dolayısıyla da ilişkilerini kısıtlayabilir, kişinin sürekli bir kaygı ve bunaltı yaşamasına neden olabilir.

Hipokondriyazta kişinin tıbbi yayınları ve ilaçları yakından takip etmesi çok rastlanılan bir durumdur. Çoğu zaman bu durum kişinin hastalıklar konusunda doktorla yarışmasına, psikiyatriste sevk edildiklerinde kendilerinde vücutsal bir hastalık olduğunda ısrar etmelerine neden olur. Bunu kanıtlamak için sayısız doktoru dolaşıp gereksiz masraflara girmeleri çok yaygındır. Gerçek bir kalp, kanser, mide hastası genel olarak hastalığını düşündüğü kadar başka konuları da düşünür. Ayrıca hekimin verdiği güvenceler kendisini rahatlatır ve bunlara inanır. Oysa ki hipokondriyak hasta çok kısa bir süre inanıyor gibi görünse bile az bir zaman sonra tekrar doktor doktor dolaşmaya başlayabilir.

Hipokondriyaziste depresyon çok görülen bir durumdur, bu da kişide çabuk yorulmaya, uyku bozukluğuna, istek azalmasına ve bunun gibi şeylere yol açabilir. Bu da kişide hasta olduğu inancını arttırıp daha fazla yatakta yatmasına, kendisini ağır işe sokmamaya çalışmasına, dolayısıyla da hastalıkla ilgili daha çok düşünmesine neden olur. Kişi sık sık sevk almaya, check-up, tomografi, MR incelemeleri yaptırmaya başlar.
Bütün bunlar da kişinin toplumsal ve mesleki alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olur.

Hipokondriyak belirtiler, depresyon, şizofreni ve anksiyete bozukluklarında da sık görülür. Depresyonda özellikle yaş dönümü depresyonlarında kişilerin sıklıkla bedenlerini fazla dinledikleri görülmektedir. Fakat dikkatli muayene ile hastadaki uyku bozukluğu, karamsarlık, isteksizlik, iştahsızlık, zevk alamama gibi belirtilerle depresyon tanısı konur. Anksiyete bozuklarında zaman zaman somatik şikayetler olabilir, fakat klinik tabloya bunaltı ve panik durumları hakimdir. Kişide bedensel bir hastalıkla aşırı derecede uğraşma durumu yoktur.

İyi incelendiği takdirde bedensel uğraşlar başlamadan önce oldukça uzun süren sıkıntılı bir dönemin olduğu görülür. Örneğin ağır iş koşulları gibi, ekonomik sorunlar, geniş bir ailenin yükünü uzun bir süre yüklenmiş olma gibi. Aile içindeki sorunlar ya da diğer sorunlar nedeniyle hastanın uykusu bozulur, büyük sıkıntılar duyar, bir süre sonra da artık kendi bedenini düşünmeye başlar.

Hipokondriyazisin oluşmasında ve sürmesinde doktor yaklaşımlarının etkisi de büyüktür. Bazen muayene sonrasında hastasına yanlış bir şey söyleyen, kuşku aşılayan hekim yatkın kişilerde hipokondriyazisin gelişmesine neden olabilir.Hekimlerin sık sık değişik muayeneler yapması, çok değişik ilaçlar denemesi sorunu pekiştirir. Örneğin daha çok kalbinden yakınan bir hastaya kalbi destekliyor, düzenliyor gibi reklamları yapılan bir takım damlalar ya da haplar verilmesi kalp hastalığı endişesini artırır. Genel olarak bir ruh sağlığa uzmanına muayene için gelen kişi çoğu kez yıllardan beri hastalığı bir yaşam biçimi durumuna sokmuştur. Toplum ve aile içinde bu hastalar evham hastaları olarak da tanınır. Ve kendilerine hiçbir hastalıkları olmadıkları tekrar tekrar söylenir. Bu sözlerin etkisi olmayınca aile ve çevredekiler hastadan bıkabilirler. Bu da sorunun artmasında ve sürmesinde etkili olur.

Bu bozukluğun sıklığı ve yaygınlığı ile ilgili bilgiler net değildir. Erkeklerde ve kadınlarda eşit yaygınlıkta görülmekte, belirtiler en sık 20-30 yaşlarında başlamaktadır. (fakat herhangi bir yaş döneminde de görülebilir.) Toplumsal konum, eğitim düzeyi ve medeni durumdan etkilenmediği düşünülse de, gelişmekte olan ülkelerde daha yaygın olarak görüldüğü düşünülmektedir. ABD’de değişik sağlık kuruluşlarına başvuran hastalar arasında sıklığı % 4-14 arasında değişmektedir. Hastaneye başvuranların % 4-6 sında belirlenmiştir.
Hipokondriyaziste psikiyatrik tedaviye direnç vardır. Öncelikle kişinin psikiyatrist/psikoloğuyla çok iyi bir ittifak kurması gerekmektedir. Doktor doktor dolaşmaması, bir iş ya da bulması, dikkatini günlük yaşam sorunlarına yöneltmesi konusunda fikir birliğine varılması gerekmektedir. Kişinin sosyoekonomik durumunun iyi olması, tedaviye yanıt veren anksiyete ya da depresyonunun bulunması, semptomlarının birden başlaması, herhangi bir kişilik bozukluğunun bulunmaması ve hastanın semptomlarıyla ilişkili psikiyatrik olmayan tıbbi bir durumun bulunmaması düzelmenin daha çabuk olacağına dair olumlu işaretlerdir. Sonuç olarak uygun bir tedavi ile hastaların üçte biri ile yarısında önemli ölçüde düzelmenin gerçekleştirdiği tahmin edilmektedir.
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ALKOL VE MADDE BAĞIMLILIĞI

ALKOL KULLANIMI

Alkolü günümüzde stres atmak, duygudurumumuzu değiştirmek veya eğlenmek için kullanırız. Ergenler de ise merak , özenti ve kendini kanıtlama alkol kullanımında başta önemli nedenlerdir. Bu , arada bir seyrek kullanımlar bir süre sonra sıklaşmaya ve ilerledikçe karşı konulmaz bir alkol tüketimine döner. Bu süreçte kişinin hayatı birçok yönden değişir

MADDE KULLANIMI

Madde kullanımında da alkol kullanımında geçerli olan nedenler aşağı yukarı aynıdır: gevşeme isteği , arkadaş çevresi , stres atma , rahatlama , özenti gibi . Genelde bir kez denemeyle başlar .

Ve madde kullanımı hakkındaki YANLIŞ DÜŞÜNCELER:

“Bir kereden bir şey olmaz!”

“Herkes kullanıyor!”

“Benim iradem güçlüdür bu yüzden bağımlı olmam!”

“İstediğim zaman bırakabilirim!” tarzı düşünceler bağımlılığa dönüşmesine yol açar.



Uzun süreli alkol ve madde kullanımıyla görülen olumsuz değişimler:

Ailesi ve sosyal çevresiyle ilişkileri bozulur ya da çevresi sadece kendisi gibi alkol ve madde kullananlardan oluşur.
İş hayatı bozulur ; ekonomik sıkıntılar yaşamaya başlar
Duygusal çökkünlük hali yaşanmaya başlanır.
Cinsel hayatta sorunlar baş gösterir.
Kültürel , sanatsal , sportif faaliyetlere katılamaz .
Saldırgan davranışlar görülür.
İntihar düşünceleri veya teşebbüsleri bulunur.
Yanında eşlik eden başka madde kullanımları olabilir.
Tabi bunların yanında birçok sağlık problemi de kendisini gösterir.

Alkol ve Madde Bağımlılığı Nasıl Oluşur?

İlk olarak böyle merak veya özentiyle başlar. Daha sonra ‘zevk’ için ara sıra kullanır ama kişiye göre hala bırakabileceğini düşünür. Giderek daha fazla vaktini madde ile geçirir. Artık sadece ‘zevk almak’ için değil üzüldüğü zamanlarda da maddeye başvurur. Bir süre sonra madde almadığı zaman ortaya çıkan yoksunluk belirtilerini yok etmek için almaya devam eder.Bağımlı olduğunda da artık ‘zevk almak’ için değil ‘normal’ hissedebilmek için kullanır. . Bağımlılık bu şekilde oluşur .

Bağımlılıktan nasıl kurtulunur?

Bağımlı olduktan sonra kurtulmak o kadar kolay gerçekleşmez . Bunun için kişinin tıbbi ve psikolojik yardıma ihtiyacı vardır.

Her iki madde alışkanlığının tedavisinde kullanılan yöntemler:

İlaç tedavisi
Bilişsel-davranışçı terapiler
Grup terapileri
Destekleyici psikoterapi
Aile terapisi
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ŞİZOFRENİ HASTALIĞI


Şizofreni hastalığı araştırıcılar tarafından 19. yüzyıldan itibaren araştırılıp tanımlanmaya çalışılmıştır. Psikiyatride kullanılan son tanımlama sistemine göre şizofreni; sosyal izolasyon veya içe kapanma, tuhaf davranışlar(çöp toplama, toplum içinde kendi kendine konuşma gibi); künt, düz, uygunsuz duygulanım; alışılmadık algısal deneyimler( gerçek algısal uyaranların sıklıkla yanlış değerlendirilmesi ya da gerçekte olmayan bir kişinin gerçekten görülmeksizin ya da işitilmeksizin, varlığının hissedilmesi), garip, tuhaf düşünceler (alınganlık (referans) düşünceleri, alışılmadık inançlar, hisler ya da özel beceriler) ile görülebilen, hastanın sosyal, işlevsel , mesleki, akademik ve kendine bakımında daha önce belirlenen düzeye göre anlamlı düzeyde düşme saptanan, ilk tanımlanan algı bozukluğu ve düşünce bozukluğu semptomlarının en az bir ay kadar devam ettiği ve sosyal bozulmanın, işlevsel düşmenin en az 6 ay devam ettiği görüldüğünde tanı konulan bir hastalık olarak tanımlanır.



Şizofreni psikotik bir hastalıktır. Yani, kişinin dış gerçeklikle bağlantısının kaybını içerir, bu da algıların ve dünyanın yorumunun diğer kişilerden farklı olmasıdır. Bu tanım niteliksel değil nicelikseldir. Bazı psikotik bozukluklarda hastalar gerçeği değerlendirme yeteneği ile ilgili bozukluklarını saklayabilirler ya da düşünce ve davranışları diğer insanlar için makul görünebilir. Ancak şizofrenide zihinsel işlevsellikte genellikle derin bir yapılanma bozukluğu vardır, bu nedenle dışa vuran davranışlar gözlemcilere garip gelebilir ve içlerindeki ruhsal deneyimler hastaya anlaşılmaz ve korkutucu gelebilir.



Şizofreni bir beyin hastalığıdır ve bir kişilik bölünmesi değildir. Çoğu zaman şizofreni yanlışlıkla kişilik bölünmesi olarak anlaşılır. Şizofreni olarak hastalığı tanımlayan ilk psikiyatrist Eugen Bleuler; düşünme, hissetme, algılama, davranma ve deneyimleme ile ilgili bağların olmamasına dikkati çekmek istemiştir.



Şizofreni hastalığının “insidansı” yani her yıl yeni ortaya çıkan vaka sayısı, 100.000’de 10-40 vaka arasındadır. Prevalansı, yani belirlenen süre içerisinde etkilenen popülasyon oranı 100.000’de 100-1700 olarak saptanmıştır.( Warner ve de Girolamo,1995) Şizofreni hastalığı endüstriyelleşmiş bölgelerde, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha fazla görülmektedir. Araştırmalara göre en çok kabul edilen de, endüstriyelleşmemiş bölgelerde hastalık daha kısa ve hafif seyirlidir.

Şizofreni prevalansı özellikle bazı toplumlarda yüksektir; özellikle Hırvatistan, Kuzey Finlandiya, İsveç, Kuzey Kanada’nın yerli popülasyonunda, Avustralya’daki Aborjinler ve İrlanda’nın bazı bölgelerinde insidansı yüksek bulunmuştur.



Şizofreni hastalığı kadınlarda erkeklerden ortalama 5 yaş daha geç başlamaktadır. 45 yaşından itibaren şizofreni insidansında kadın erkek oranı 2/1 olmaktadır. Erkekler için ortalama başlangıç yaşı 20-25, kadınlar için ise 25-30 yaş civarındadır. Kadınlar şizofreni hastalığını erkeklerden daha hafif formlarda geçirirler. Daha kısa hastanede kalırlar. Hastalık öncesi işlevsellikleri daha iyidir ve beyin yapısında daha az anormal bulgu saptanır. Batı ülkelerinde şizofreni düşük sosyoekonomik gruplarda daha sıktır. Sosyal kayma hipotezi, kişi kaynakları etkin bir biçimde kullanamayıp sosyal olarak aşağı hareket etmektedir diyerek bu durumu açıklamaktadır.Hindistan ve batı olmayan bazı ülkelerde de şizofreni yüksek sosyoekonomik düzeyde daha sık görülmektedir. Fakat bununla ilgili açıklamalar daha spekülatiftir.



Evlenmemişlerde, evlenmişlere oranla şizofreni daha sık görülür. Şizofreni öncesi dönemdeki sosyal yetersizlik ya da şizofreninin ortaya çıkması evliliği engeller. Yapılan araştırmalar evli olmayan şizofrenlerin evli olanlara kıyasla daha erken başlangıçlı olduğunu, hastalık öncesi dönemde işlevselliklerinin daha bozuk olduğunu ve hastalığın genel olarak daha ağır seyrettiğini göstermiştir.

Şizofrenideki genetik geçiş iyi bilinmektedir. Bununla birlikte bu geçiş, toplumda düşünüldüğünden daha azdır. Hastaların %80’inden fazlasının birince derece akrabalarında etkilenme yoktur ve %60’dan fazlasında da aile öyküsü negatiftir. Genetik geçişi kanıtlayan çalışmalar sonrasında ortaya çıkan oranlar: Tek yumurta ikizlerinde %48 , anne ve babası şizofreni olan çocukta %46, çift yumurta ikizlerinde %17, ebeveynlerde varsa %6, kardeşlerde hastalık varsa %9, torunlarda %5, yeğenlerde %4 ve hala-amcada varsa %2 oranında geçiş görülebilir.



Düşük doğum ağırlığı, preeklampsi varlığı, prematürite,ilk trimesterde ciddi beslenme bozukluğu, kan rhesus(Rh) uyuşmazlığı, ikinci trimesterde influenza enfeksiyonu, kış veya erken bahar aylarında doğum ve neonatal hipoksi(doğum sırasında oksijen yetersiliği) durumu da şizofreni riskini arttırmaktadır.



Şizofreni hastalığının gidişatını üç evreye ayırabiliriz: Başlangıç evresi, orta evre ve geç evre. Başlangıç evresi hastalığın başlangıç bulgularından psikozun başlama evresine kadar geçen süreyi göstermektedir. Başlangıç evresi yavaş ve hızlı olabilir ve her iki durum da eşit oranda görülmektedir. Orta evre ise, sürekli veya dalgalı olabilir. Dalgalı seyirler arasında kalıcı semptomlar olsa da her epizodun tanımlanabilen başlangıç ve sonu vardır.Geç evre, düzelmiş ve yıkıcı olarak ikiye ayrılır. İyi sonuç oranı son 50 yılda artış göstermektedir. Şizofreni hatalığının sonucuyla ilgili belirgin bir heterojenite vardır, mükemmel uyumdan tam yeti yitimine kadar. Şizofreni, hastaların %75’inde çeşitli derecelerde yeti yitimine sebep olan kronik bir hastalıktır.Şizofreninin ortalama sonucu ağır mizaç bozuklukları da dahil olmak üzere diğer major ruh hastalıklarından kötüdür. Bireysel olarak şizofreninin seyrini tahmin etmek zordur fakat hastaların çoğu için hastalık süreci belirgin olarak ilerlemez. Genellikle başlangıçtan 5-10 yıl sonra yıkım bir platoya ulaşır ve uzun bir süre stabil kalır veya düzelme bulgularıyla devam eder.



Şizofreni hastalığının tedavisi hem farmakolojik hem de psikososyal ve rehabilitasyon tedavileriyle yapılır. Farmakolojik tedaviler antipsikotik ilaçlarla yapılır. Burada bilinmesi gereken en önemli nokta doz ayarlanması ve uygun ilaç seçimidir. Antipsikotik ilaçların dozları hastalığın epizodik seyrine göre ayarlanmalıdır. Bu sebeple hastaların doktor kontrolleri de buna uygun aralıklarda olmalıdır. Tedavideki en önemli noktalardan bir diğeri de hastanın sürekli aynı doktor ve sağlık ekibi tarafından takip edilmesidir. Ülkemizde henüz bu sisteme geçilememiştir. Fakat Amerika’da ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde her şizofreni hastasının sürekli gittiği bir sağlık ekibi vardır, hastalar gitmeleri gereken aralıkta gitmedikleri takdirde bu ekip hastanın takibini hastanın istemi dışında da yapabilme hakkına sahiptir. Bu ekip hastalığın bulunduğu evreye göre hastanın doktor kontrol zamanlarını belirler, rehabilitasyon hizmetlerini düzenler ve ilaçlarını kontrol eder. Bu sistemle birlikte şizofreni hastalarının topluma kazandırılmalarında artma olmuş ve bahsedilen son 50 yıldaki hastalığın iyi seyrinin artışını sağlamıştır.
 

SAFRAN

New member
Local time
18:26
Katılım
9 Ocak 2006
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DUYGULANIM BOZUKLUKLARI

Duygulanım bireyin olaylara, anılara, düşüncelere, duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Neşe, öfke, üzüntü, nefret, kin, sıkıntı, korku gibi. Bu normal duygulanımlar uzun süre aşırılaştığı ya da uygunsuz tepkiler olarak ortaya çıktığında duygulanım bozukluğu düşünülebilir. İnsanda duygu-durum dört ana başlık altında sınıflandırılabilir:

Normal duygu-durum: Belli sınırlar içinde dalgalanmalar ve değişmeler gösterir.
Tşkın Duygu-Durum: Coşma, aşırı neşe, aşırı öfkelilik duygularını içerir.
Çökkün duygu-durum: Elemli, sıkıntılı duyguları içerir.
Uygunsuz duygulanım: Uyaranla bağdaşmayan duygulanım biçiminde görülür.
Çökkünlük (depresyon), derin üzüntülü bir duygu içinde düşünce, konuşma ve hareketlerde yavaşlama ve durgunluk olarak özetlenebilir.

Taşkınlık, aşırı neşeli, bazen de öfkeli, coşkulu bir duygudurum içinde düşünce, konuşma, hareketlerde hızlanma ile tanımlanır.

Duygulanım bozuklukları, öncelikle ruhsal çökkünlükler, bütün hastalıklar arasında en sık görülen rahatsızlıklardır. Belirtiler başlangıçta hafiftir. Çeşitli bedensel yakınmalar, halsizlik, iştahsızlık, çabuk yorulma ile başlar. Hasta önce kendi kendine bu sıkıntıları yenmeye uğraşır. Başaramayınca karamsarlık başlar. Hafif ya da orta derecede çökkünlük nöbeti genellikle iki üç haftadan birkaç aya kadar sürer. Altı yedi ay süren ağır çökkünlükler vardır. Psikiyatrik tedavi gereklidir. Hastalığın seyri tedavinin düzenli oluşuna ve psikososyal sebeplere bağlı olabilir.

Sık çökkünlük nöbetleri geçiren hastalar tedavi görseler bile yıllar boyunca iş ve aile yaşamlarında önemli sorunlarla karşılaşabilirler. Tedavi olup sağlıklı bir durum sergileseler de hastalığın tekrarlayacağı korkusu kişiyi hep tedirgin eder. Kişinin kendine olan güvenini zedeler. Toplumsal, mesleksel ve meslekdışı ilgileri zayıflar. Aşağılık ve yetersizlik duyguları gelişebilir. Hastaların önemli bir bölümü uygun bir tedavi ile sağlıklı bir yaşam sürdürebilir. Genellikle kişilik bozukluğunun az olması, kişinin esnek ve değişebilen koşullara kolayca uyum sağlayabilmesi, olumlu iş ve aile koşullarının olması, tedaviye erken başlama, yaşın çok ileri olmaması, nöbetlerin seyrek ve iyilik dönemlerinin uzun oluşu, nöbetlerin çevresel koşullara çok bağlı olmaması, alkol ve ilaç alışkanlıklarının bulunmaması tedavi açısından olumlu göstergelerdir.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst