Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Insan hayatina yön Verecek konular( Yazilar Dizisi.)

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Nerede yitirdik…

Çocuk düşlerimizde mi yoksa ilk aşkın kanat seslerinde mi. Neden papatyalar artık içimize yaşama sevinci doldurmuyor yada çalan bir şarkıdan aynı tadı alamıyoruz. İlk ayakkabının sevinci, ilkokul heyecanları, günbatımındaki doyumsuz mutluluk ve sabah uyandığımızda nedensiz içimizi dolduran sevinç..

Nerede bitirdik bütün bu duyguları?

Bir bebeğin gülümsemesindeki masum tat, kuruttuğumuz çiçeklerdeki nostalji, bakışmalardaki heyecan, gözyaşlarına karışan gülücükler, varolmanın içimizde uyandırdığı kıpırtılar, burnumuza konan kar tanesindeki umut.

Satır aralarında yakaladığımız anlamlar, mum ışığının romantizmi, kavgalardan sonraki barışmalar lise yıllarında hatıra defterine saklanmış anılar.

Nerede tükettik bütün bunları?

Dualardaki huzur ve beklenti, mektuplardaki sevinç, her yaşın içimize kazıdığı erdem, dost yüzlerdeki samimiyet. Ne zaman çıktı hayatımızdan kestane kokulu kuzineler, masal anlatan nineler ve şarkı sözlerini sakladığımız defterler.

Hangi yıllarda bıraktık topaçlarımızı, kar topları ne zaman patladı ve hayatımızdan çıktı, güneşin kar yığınlarına vurup ta içimizi ısıttığı günleri ne zaman kaybettik. Sıcak bir merhabayı, ay ışığındaki gizemi, komşu gezmelerinin verdiği mutlu saatleri,

Nerede yitirdik…
 
Son düzenleme:

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Dostsuz hayat, hayat değildir.
“Dostlarım ! Dünyada hiç dost yoktur” der Aristo. Böylece, dost sandıklarından ne kadar acı çektiğini göstermiş olmuyor mu ?
Dostsuzluk , yoksulluktur. Dostsuz insanı , hiç bir zenginlik mutlu edemez.
Hz.Adem (a.s.) , Cennet’te bile yalnız olamadı , dostsuz kalamadı.O’nun duası bereketiyle , Hz.Havva annemiz yaratıldı.
Maddeci dünyanın insanları , dostluğu iyice tahrip ettiler ve azalttılar.Dolayısiyle de , hayvanlarla dostluğu tercih eder hale geldiler.
İşte onlardan biri ,”İnsanları tanıdıkça , köpeğimi daha çok seviyorum.” Diyor.
Sevgisiz dünyanın insanlarına kulak verdikçe, hayretten hayrete düşersiniz. Neler neler demişler iç yangınlarıyla :
“-Dostlar da arılar gibi , bal veren çiçekleri severler.”
“- Üç tane sadık dostumuz vardır:
Yaşlı bir eş
İhtiyar bir köpek
Hazır para...”

“-Üç türlü dostumuz vardır:
Kendileriyle pek ilgilenmediklerimiz
Hoşumuza gitmeyenler
Nefret ettiklerimiz...”

“-Dostluk , toprak bir maşrapa gibidir.Önemsiz bir sebebten dolayı birden bire kırılır ve bir daha kullanılamaz.”

“-Hayvanlar , en sadık dostlarımızdır , ne soru sorarlar , ne de bizi eleştirirler.”

Hele de şu ünlü Fransız ‘a , Napolyon ‘a kulak veriniz ve acıyınız :
”Bir insanın kendisinin değil, iyi günlerinin dostu vardır.”
“-Dost elbiseye benzer , onu yıpratmadan terk etmelidir. Yoksa o sizi terkeder.”

Bir ünlü Filozof da dostluğu devam ettirmek için bakınız ne tavsiye ediyor :
“- Kadın , ya da erkek bütün dostlarınıza , gerektiğinde kendilerinden vazgeçebileceğinizi belli edin .Bu tavır , dostluğu pekiştiren iyi bir çaredir.”
Sevgisiz bir dünyanın insanları , hep bencilce düşünüyor.Bencilllik gelince de dostluk gidiyor.Böyle olduğu içindir ki , şimdi Batı Medeniyeti’nin çocukları , dostluğu defterden silmiş bulunuyorlar. Hep, ”En iyi dostum , banka cüzdanımdır” diyorlar.
Kendi nefislerini dost ediniyorlar. Yani kendilerini yalnızlığa mahkum ediyorlar.
Böylece , kendi kendilerini cezalandırmış oluyorlar.Bir başka deyimle , seçtikleri davranış biçimi , onlar için cezaya dönüşüyor.Dostsuz ve sevgisiz insan , bunalıp çırpındıkça ,
daha da batıyor. Gerçeğini kaybetmiş olduğu dostluğu , sahtesiyle yaşamak istiyor.
Düşmanca duygularını gizleyip , dostmuş gibi davranıyor.

Oysa ki ;
“-Düşmanın en büyük hilesi , dostluğudur.”
Dolayısiyle de , en çok sakınacağımız insanlar , dost görünen düşmanlarımızdır.Dost görünen düşmanın dinimizdeki adı , münafıktır.


İçi başka dışı başka insanları farketmek kolay değildir. Çünkü özellikle de, saf insanları yanıltacak bir çok maske kullanırlar. Maskeleri çok parıltılı, cazip ve kandırıcıdır. Bunların arasında , kuzu postuna girmiş kurtlara bile rastlanır.
Bu tür insanları karpuza da benzetirler:
“-Dışının yeşiline kanmayın , içi kıpkırmızıdır” derler.Ancak karpuzun sadece rengi aldatır. Tadı , lezzeti , faydası itibariyle içi daha kıymetlidir.Yani karpuz insanı aldatmış olmaz.Ne var ki , melek görünen şeytanlaşmış insanlardan neler çektiğimizi hep görmekteyiz...
Dost görünen düşmanlar , aldatma fırsatını nasıl bulur ?
Aldatmanın birçok yöntemi vardır.Ancak ,değişmeyen şart ,karşısındaki insanın saf,
tertemiz ve kötülere karşı tedbirsiz oluşudur.İnsanları iyi tanımadan teslim olmak da diyebiliriz buna...Herkese karşı , insan oluşları itibariyle iyi niyet beslemeli, sevgi ve saygı duymalıyız.Ancak alış veriş , ortaklık ,yolculuk ,komşuluk , akrabalık bağları kurmak gibi bir durum sözkonusu ise, teslimiyetci değil , tetkikçi ve araştırıcı olmamız gerekir.
Aramızdaki anlaşmayı, alışverişi yazmamız Kur’an-ı Kerim’in tavsiyesidir.”Bilgiyi yazı ile bağlayın” diyen de Efendimizdir.(s.a.)
Gıybet en büyük günahlardan biri iken , danışan birine bildiklerimizi söyleme müsaadesi verilmiştir.Ortaklık kuracağı kimseyi, akrabalık kuracağı kişiyi sorana,bilinen doğru söylenmelidir. Gıybet tarifine girse de , mahkemede şahitlik yapılmalıdır.
Çünkü , hak deyince akan sular durur.
Gerçeği gizleyen ve yalan yere şahitlik yapan , en büyük günahlardan birini işlemiştir.
Doğruların topluma hakim olduğu yerde , düşmanın dost görünerek aldatması imkanı yoktur.
Gerçek dostlukların yerleştiği alanlarda, sahtesinin yer bulup yanıltması mümkün olabilir mi ?
O halde dost görünen kötülerden korunmanın en iyi yolu, gerçek dostlukları artırmak , geliştirmek ve genişletmektir. Ancak yine de , sahtelerine çok çok dikkat etmeyi elden bırakmamalıdır.
Çünkü , bizi aldatabilen sahte dostlar , hakikisine en çok benzeyenleridir.
Bu gerçeği atalarımız ne güzel açıklamışlardır :
“- PİRİNCİME BENZEYEN TAŞTAN KORKARIM !”
Dostluk ne hale geldi ?
Daha doğrusu dostluk ne hale getirildi ?
“- Dostluk istiyorsan , cebinde ara !..”

sanatalemi
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Mevlana’yı hümanist mertebesine indirenlerin ona büyük bir özür borcu vardır.

Ben bir denizim demedim mi?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın?
Senin duru denizin benim demedim mi?

Mevlana


Düşünceyi ve sorgulama yetisini esaret altına almaya çalışan kilise ideolojisine karşıt olarak hümanizm, eleştirel yanı ile göze çarpar. Fikrin, zamanın aydınlarının düşüncelerinde hasıl olmaya başladığı dönemin şartları ve skolastik kilise yapısı düşünüldüğünde bu anlaşılır bir çıkıştır. Sonuç olarak , yeryüzünün doğusunda yada batısında insanoğlu, tarih sahnesine çıktığı ilkçağlardan beri, içinde yaşadığı evren üzerinden ayakta kalmaya gayret ettiği zaman dilimini bir biçimde anlamlandırmaya çalışır. Ve kaynağı her ne olursa olsun baskının da bir yere kadar hükmünün olduğu, bir zaman sonra mutlak biçimde türlü itirazlara maruz kalacağını da düşünürsek , bu karşı çıkışın anlaşılır pek çok yanı olduğunu kolayca görürüz.


Ancak hümanizm kavramı incelenirken üzerinde önemle durulması gereken bir nokta vardır . O da bu karşı çıkışın Katolik kilisesi üzerinden dinin ifsad olmuş yanlarına değil de bizatihi dinin kendisine yöneldiğidir o nedenle kişisel gelişimin ve insanın özgürleşme gayretinin olmazsa olmaz şartının seküler bir dünya görüşü olduğu fikri , hümanist düşünürlerce de benimsenerek, sekülerizmin bu arayışın merkezine yerleştirilir. Bu noktada hümanist düşünürlerce , Tanrı-Kul ilişkisi konusunda tepkiden doğan gevşek bir tutum sergilendiğini veyahut bunun görmezden gelinerek fikrin ateist zemin üzerinden inşaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Cemil Meriç ;yitirilen inancın yerine inşa edilen hümanist düşünceyi "imanını kaybeden bir çağın dini" olarak tanımlar ve ekler "Filhakika , hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir . Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi – tabiatta tanrı yoktur , tanrıyı yaratan insandır yani toplum kendi değerlerini gök kubbeye aksettirmiş , beşeriyi ilahileştirmiştir – dedi ; kimi ise – insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir , ne Rab ne ibad"...

Cemil Meriç’in hümanizm üzerine olan tanımlarında tespit ettiği hümanistlerin insanlığın tek kılavuzu olarak ilmi öngördüğü gerçeği , Rönesans ve Reform hareketleri ile toplumsal yaşamın bir çok alanında uygulamaya konulur. Hedeflenen ilmin kılavuzluğunda , insanı salt insan olarak sevme ülküsüdür ve Klasik yunan ve roma filozoflarının çalışmaları , toplumsal dinamiklerin merkezine konularak tasavvur edilen üstinsan fikrinin dinamoları olarak güncellenir. Eski yunan filozoflarının eserlerinden çeviriler yapılarak , edebiyat sanat ve felsefede Antikiteye doğru bir yöneliş gerçekleşir. Üst insan fikrinin merkezine bireyin mutluluğu ve özgürlüğü yerleştirildiğinden , bu bir zaman sonra doğal olarak insanın özellikle metafizik boyutta kendi dışında kalana karşı herhangi bir mesuliyet taşımadığı fikrini beraberinde getirecektir. Bireyin mutluluğunun her şeyin üzerinde olduğu ve ruhun Tanrı ile olan ilişkisinde zincirlerini kırması gerektiği düşüncesi akabinde de özellikle sanat/edebiyatta aşırı adlandırılabilecek bir özgürlük algısını ve çıplaklığı da beraberinde getirir.


Üzerinde asıl önemle durulması gereken nokta, - hümanist – sözcüğünün günümüzde özellikle doğuda neden bu kadar kolay telaffuz edilir hale geldiğini olmalıdır. Yani basitçe ifade etmek gerekirse , Batı insanının bunalan ruhunu teskin etmek için ihtiyaç duyduğu yeni bir boyuta geçerken sığındığı mazisinden çekip çıkardığı seküler algı ile türettiği sözcüklerinin Doğu özeli ile bağdaştırılacak ne gibi tarafları olabilir.


Mevlana’yı, teşbihte hata olmaz derler tarif etmeye çalıştığımız hümanizm düşüncesinin ve çizdiğimiz bu tablonun içinde nereye oturtabiliriz ? O nedenle çok bahsedilse de maalesef bir türlü anlaşılamamış olan Mevlana ve hümanizm üzerine bolca düşünmekte fayda var.

“Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim. Tanrı’nın seçkin peygamberi Muhammed’in yolunun toprağıyım. Kim benden bundan başka bir söz naklederse, o sözden de bezmişim ben onu söyleyenden de.”

Mevlânâ, bu sözleriyle bir İslâm âlimi olarak peygamberlerin mirasının gerçek vârisi olduğunu, Tanrı ve insan arasındaki ilişkiyi anlamak için Kur’an ve sünnete başvurmak gerektiğini söylemekte, bu ikisine uymayan noktalarda kendisine yapılacak yakıştırmalar ile alakası olmadığını bizzat kendisi bize bildirmektedir.

O nedenle Mevlana’yı bilmek için onun pınarı olan Kur’an-ı Kerim’in ruhuna temas etmek gerekir. Kaldı ki Mevlana da bir çok değerli Müslüman düşünür gibi ömrünü Kuran’ın ruhundan üflenen bir nefes olmaya adamış bir zattır. Mevlânâ’yı anlamak için onun Kur’an ve sünnete olan yaklaşımı , titizlikle incelenmelidir çünkü hayatını Sevgili’ye hizmetle geçirmiş olan bu büyük İslâm düşünürünü, İslâm’ın temel kaynaklarından ayrı anlamaya çalışmak yada anladığını sanarak anlatmak mümkün değildir. O nedenle Mevlana’nın çok dillendirilen ve neredeyse tek bilinen ama ona ait olduğu kesin olmayan ‘ gel , gel ne olursan ol gel ‘ dizelerinden yola çıkarak kendisinin adeta gayet geniş görüşlü bir kimse olarak adlandırılması akabinde hoşgörü timsali olarak lanse edilmesi çok dehşetli bir dezenformasyondur . Bu Mevlana’ya yapılan büyük bir haksızlıktır çünkü onun fark gözetmeden tüm insanlığı gerçeğe çağıran evrensel mesajı ve sevgi dolu yaklaşımının sınırları bellidir ve bu herhangi bir izm in değil bizzat İslâm dininin tüm insanlığı davet ettiği gerçektir. Yani Mevlana , hümanist düşünürler gibi her tip insana iman eden yani modern paganist bir kimlik taşımaz . Batı hümanizminde Tanrı’dan uzaklaşma ile özdeşleşen özgürlük fikri , Mevlana’da Tanrı’ya yaklaştıkça anlam bulur. Mesnevi’den yükselen özlem Tanrı’ya duyulan hasretin tezahürleridir ve Mevlana’nın dizelerinde çokça karşımıza çıkan – ney- sembolü , Tanrı’ya duyulan özlemin insan bedeniyle özdeşleştirilmesinin sembolünden doğan bir kamil insan tanımıdır. İnsan merkezli anlayış Mevlana’da , insanın Tanrı’ya duyduğu inanç ve aşkla değer kazanır. Kamil insanın anlamı da zaten budur. İşte bu nedenle hümanist düşünürlerin üst insan tanımı ile Mevlana’nın kamil insan tanımının mukayesesi dahi bizlere Mevlana’nın hümanist bir düşünür olarak lanse edilmesinin ne kadar abesle iştigal bir durum olduğunun göstergesidir. Kaldı ki hümanist düşünürlerin huzuru bu dünyada arama ve bunun üzerinden üstinsanı hedefleme ideali , Mevlana’nın düşüncesi ile mukayese edildiğinde pek yavan , yavan olduğu kadar da tek boyutlu bir anlama tekabül edecektir. Hümanist düşünürler zahire Mevlana ise batına yönelmişken ortada mukayese kabul edecek bir durum yoktur. Cemil Meriç’in çok da güzel özetlediği gibi hümanizmin temel fikrinin insanlığı kurtaracak tek kılavuzun ilim olduğu gerçeği , ilim üzerine yapılmış bu tanımlamadan Mevlana’ya dönüldüğünde ‘ilmin , kişiyi kurtuluşa götürecek olan yolda sadece bir araç hatta vesilelerden biri olduğu’ gerçeğini karşımıza çıkarır. Ömrünün tamamını ilme adamış olan bir kimsenin ilim hakkında olan tanımı çok net ve tartışmaya mahal bırakmayacak bir kararlılıktadır. Antikiteye dönüş ile bir anlamda ruhu teskin etmek için kutsallaştırılan ve tek kılavuz mertebesine yükseltilen ilim Mevlana’da ancak Tanrı sevgisi ile bütünleştirilirse anlam kazanır. Aksi sadece , ilim öğrenen için hamallıktır ve kendisinin ilim hakkında yaptığı ‘ eğer tenine kullanırsan yılan olur , gönlüne kullanırsan sana yar olur ‘ benzetmesi , hümanist düşünürlerce kabul edilebilecek bir yaklaşım biçimi değildir.

İnsanlık hakkında kaygılananlar ve sorumluluk duyanların sadece batılı düşünürler olduğunun sanıldığı bir coğrafyada, evrensel değerlerimiz bile, bizler tarafından adeta birer mahalle imamı mertebesine indirgeniyorsa, ciddi bir sorun olduğu ortada. Mevlana’da olduğu gibi ucu bucağı olmayan düşünce ve aşk ehillerinin, beş dakikada özetlenebilecek bir takım terimler ile ifade edilmesi düşünce tembelliğin önemli kanıtlarından. Düşünce tembelliği bu coğrafyanın sari hastalıklarından olduğundan beri de kimden çıktığı belli olmayan bazı ifadelere sarılmak ve bu ifadelerin bir zaman sonra zihinlerde iyice yer ederek, tanımlarımızın vazgeçilmezleri arasına girmesi, büyük bir haksızlığın akabinde de kimliksizleşmenin iyice alıp başını gittiğini gösteriyor.

O nedenle Mevlana’yı hümanist mertebesine indirenlerin ona büyük bir özür borcu vardır.

Peren Biysaygılı
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
İnsanlık birçok büyük şahsiyetlerini İslam'a borçludur. İkbal onlardan birisidir.

Muhammed İkbal, İslam kültürünün insanlığa kazandırdığı bir fikir adamıdır. İslam insan ruhunu çeşitli yönlerde geliştirmiş ve büyük bir insan tipi oluşturmuştur. İnsanlık birçok büyük şahsiyetlerini İslam'a borçludur. İkbal onlardan birisidir. Ama İkbal'i bu büyük insanlardan ayıran özellik şudur:

İslam kültürünün büyük bir felakete uğradığı, hüzünlü bir sonbahar suskunluğuna girdiği ve Batının fikri sömürüsü altında kalarak ölüme mahkum olduğu bir anda ve bu felakete uğramış bahçenin bahçıvanının bile uykuya daldığı bir zamanda İkbal bir şahlanış yapmış ve insan ruhunun çeşitli yönlerinde yükselmiştir. İşte böyle bir anda, bozguna uğramış ve kurumuş bir çölden ansızın servi ağacı gibi özgürce yükselerek dostun ve düşmanın gözlerim kamaştırmıştır.

Evet kurak ve yanık bir çölde yaşayan unutulmuş bedevi, vahşi ve köle insanlardan 10 yıl içerisinde şahsiyetler yetiştirerek uygarlık tarihine yeni bir ruh veren ve yeryüzünde özel bir insan tipi oluşturan İslam değil miydi? Askeri, siyasal ve medeni açıdan süper güç sayılan iki imparatorluğun arasında kalmış fakir ve aciz birkaç kabileyi 25 yıl gibi az bir sürede Roma ve İran sömürgeciliğinden kurtararak özgürlüğe kavuşturan ve yığınları Doğu ve Batı egemenliğinden, zalimlerden, Kayserlerden ve kilise diktatörlüğünden kurtaran mücahitleri yetiştiren İslam değil miydi?

İkbal, yalnız sözü île değil, kendi yaşamı île de sömürülmüş Müslümanlara büyük bir öğretici ve yol gösterici olmuştur.

O, İslam’ın cehalet, durgunluk ve dış askeri güçlerin egemenliği altında iken bile yeniden büyük şahsiyetler yetiştirebileceğini göstermiştir. Özlü, oldukça yüce, güzel ve güçlü ruhları İslam kültürünün kendisine inanan kişileri yeniden Batının egemen kültüründen ve uygarlığından kopararak, kendi kucağında besleyebileceğini göstermiştir. Ve Avrupa sömürüsü altında yaşayan ve onun sömürüsüne boyun eğen bir ülkeden İslam kültürü İkbal'i yetiştirmiş ve insanlık dünyasına armağan etmiştir. İkbal, birkaç boyutta yetişmiş bir ruhtur ve bu bir rastlantı değildir. İslam'ın ruhu böyledir.

İslam’ın Allah'ı, İslam’ın Kitabı, İslam’m Peygamberi, İslam’ın özel olarak eğittikleri, İslam'ın Medîne'si ve hatta cami’si böyledir. Allah Yahova'nın yani Yahudi tanrısının gücüne, İsa'nın Rabbinin rahmetine sahiptir. Kur'an Tevrat’ın topluma dönük niteliğine ve İncil'in ruhaniyetine sahiptir. Ve Hz.Muhammed [S.A], Musa gibi mücahit ve özgürlükçü, İsa gibi ince ruhlu ve seven; Medine silahlı Roma gibi güçlü, Atina gibi düşünceli ve hikmetli, cami, kilise gibi ibadet ve bilimsel akademiler gibi şura yeri ve Ali de bir işçi olduğu kadar siyasi bir önder, askeri bir kahraman, arif ve çok güzel bir konuşmacı, düşünceli bir hekim, sabır, suskunluk ve sevgi abidesidir.

İkbal bu ailenin çocuğu ve bu kültürün ürünüdür. Filozof, siyasetçi, mücahit, İslam’ı bilen, şair ve Doğu ile Batının kültürüne sahip bir kişidir.

Batılı filozofların gözünde İkbal, Henri Bergson’la eşit düzeyde bir kişidir. Ama hiçbir zaman felsefe O'nu aç ve sefil bırakılmış halkının kaderini düşünmekten alıkoymamıştır.

Köşesine çekilip çok derin felsefi düşüncelere dalmayı fikrî, bilimsel ve kuramsal tartışmalarda bulunmayı kendine iş edinmedi, tersine, İngiltere sömürüsüne karşı mücahitlerle birlikte ön saflarda savaştı. İslami ilimlere ve tarihe dalarak, bugünkü kültür, uygarlık ve bilimden uzaklaşmadı, yabancılaşmadı ve eski çevreler içinde kalarak çürümedi; uygarlık, bilim ve yeni düşünce ile doğrudan temaşa geçerek 20. yüzyılın insanı oldu. Batıda tahsil ve araştırma yapmasına rağmen, Avrupa kültürü onu kendi halinden, kültüründen ve imanından yani İslam'dan koparamadı. Avrupa’nın taklitçisi bir profesör olmadı ki, Batıya yönelsin de, kendi halkına, halkının yaşamı, dertleri ve psikolojisine yabancı kalsın ve bununla da iftihar etsin.

Aklî ve felsefi görüş onu şiirin güzellik ve özelliklerinden yoksun bırakmadı ve şairliğin yüzeyselliği onu felsefi derin düşüncelerden alıkoymadı. Dinsel inanç onu tutuculuğa götürmedi ve «açık dünya görüşü» imanı gönlünden silmedi. Siyaset onu güncelliğin çerçevesine hapsetmedi ve irfan ruhunu ve duygularım yeryüzünden koparıp göklere yükselttiğinde, toplumun kötü alınyazısı toplumun siyasetine yön verme işini gözünden bir an için olsun uzaklaştırmadı. Kısaca Bergson gibi düşünüyor, Mevlana gibi seviyor, Nasır Hüsrev gibi imanın şiirini söylüyor, Seyyid Cemal gibi Müslüman halkların sömürüden kurtulması için savaşıyor, Tagor gibi uygarlığın mutlak akla yönelme faciasından kurtulması için çalışıyor, Karl gibi kurumuş insan hayatına ve cesedine dostluğun ve ruhun girmesini arzuluyordu.

İkbal bir din ve dünya insanı, iman ve ilmin, akıl ve duygunun. felsefe ve edebiyatın, irfan ve siyasetin, Allah ve halkın, ibadet ve cihadın, inanç ve kültürün, dünün ve bugünün kişisi, gecelerin abidi, gündüzlerin arslanı idi, tek bir kelime ile; ‘müslümandı’.

Kendisini kaybetmiş ve özünden soyutlanmış aydınlarımızın uyutulmuş halkımızın, yeni ve eski ilimlerde yetişmiş kişilerin onu tanımasının ne kadar önemli ve gerekli olduğu ortadadır. Halkın bilgisizliğinden güç alanların, ışıktan korkanların, müslüman halkı uykuda tutmak için görevlenenlerle her zaman halk yığınlarını «koyun sürüsü» gibi görmek isteyenler İkbal gibi bir müslümanın adı anıldığı zaman korkmaları bizi şaşırtmasa gerek.

Hüseyniye-i İrşad kurumu 1957 yılmda İkbal'i bütün yönleriyle tanıtmak için tüm İranlı ve yabancı düşünürleri, uzmanları bir araya gelmeye çağırdı. Amaç, asrımızda müslümanlara gurur verici düşünce ve uyanış sağlayan İkbal’in yüce ruhunun tanınmasıydı. Yabancı kişileri tanımaya mahkum olmuş İran halkı bu kez kendisinden olan bir çehreyi tanısın ve onun berrak aynasında kendi ruhunu ve kendi bütünlüğünü, kişiliğini, imanını görsün ve ‘İkbal’ olmayı bilsin ve onu görmekle, kaybolmuş imanına, dönsün, kendine olan inancı yenilensin.

Hayatını başarıyla tamamlamış bir büyük insanı tanıyoruz. Onun ruhunu kendi cesedimize üfürerek onunla yaşıyoruz ve bize yeniden hayat veriyor.

Hüseyniye-i İrşad kurumunun bu değerli ve faydalı hizmeti belki şu dönemde ilk kez dünya üzerinde «islami fikir», «insanî görüş» ve uluslararası İslami bilimsel araştırma mantığına dayanılarak yapılmıştır. Böyle bir akımın öncüsünün asrımızda Muhammed İkbal olduğu görülmektedir. Müslümanlar şu durgunluk ve suskunluk döneminde, daracık kavmiyetçilik ve ulusçuluk çerçevesine sıkışarak İslam'ın öngördüğü evrenselliği öz İslami görüşü yitirip unutmuş bulunuyorlar. İslam'ın öngördüğü evrensel birlik hiçbir özel kavme ve toprak parçasına özgü değildir. Şimdi ise bu birlik bölünmüş durumdadır. Ne yazık ki müslümanlar inzivaya çekilip kendi içlerine kapanmışlardır, daracık tarihî geleneksel çerçeveler içerisinde, çeşitli hurafeler ve cahili inançlara, İslam dışı düşüncelere kapılarak veya İslami düşünceleri ters anlayarak kapalı bir alanda ölüme mahkum olmuşlardır adeta. Ama bugün sorumlu İslami aydınlar tarafından düzenlenen böyle programlar, İran başta olmak üzere zamanın ve insanlığın büyük penceresi üzerine çekilmiş, dar fikrî çerçeveleri kırmakta ve zamanın zalimleri tarafından bu bölünmüş vücudun bütünleşmesi için zararlı olmaktadır. Tüm bu çabalar, o «Tam Birliğin» o «İslami Birliğin» sağlanması ve bu birlik sağlanmadan İslam'ın canlılığım sürdüremeyeceği için bu binada yenileşme olması yönündedir.

Bu «Yenileşme» deyimi, Muhammed İkbal’in «İslami Düşüncede Yenileşme» adlı eserinin tam karşılığıdır.

Çalışmamızın İslami araştırmalar konusunda, manevî fikrî, ilmî sahalarda İslam’ın tanınmasına iyi bir başlangıç olmasını ümit ediyorum. İnşaallah, gelecekte daha dikkatli, değerli, faydalı araştırmalara tanık oluruz.

Özellikle yarı ölmüş İslami toplumların cesedine ruh üfleyen Seyyid Cemal-i Afgani üzerinde de araştırmaların yapılmasını arzu ediyorum. Uyumuş Doğunun uyanması için ilk kez bağıran odur, ama hala kuşkulu fikirlere bulanmış eller onun gölgesinden bile korkmaktadır. Şimdi bile hatırasını lekelemektedirler. O yalnız İslam toplumlarım ve İran toplumunu değil, esaret zincirine vurulmuş tüm ulusları, Frantz Fanon'un deyimiyle «Yeryüzünün Lanetlileri»ni etkilemiştir. Onun hakkında da tartışalım ve onu tanıyalım. Ondan yalnız söz edelim demiyorum. Belki Seyyid Cemal ve İkbal gibi kişileri tanımak yalnız bir tek kişiyi tanımak değil, bir ‘Din’i ve bir ideolojiyi tanımaktır ve kendi durumumuzu bilmektir. İkbal bir dönemin başlangıcıdır. Biz İkbal’i ve Seyyid Cemal’i tanımakla, bu kişileri yetiştiren ideolojiyi düşünüyoruz, bunun içindedir ki Seyyid Cemal ve İkbal’i tanımak, İslam’ın özünü tanımak, müslümanları tanımak, şimdi ve gelecek zamanı tanımaktır.

 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Bozkırın gücü tarih boyunca bu milleti ayakta tutmuştur. Bu güç yitirilirse varlığımızın tehlikeye gireceği aşikardır.

Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçüktür.
İnsan çok güçlü ve hünerli olmalıydı burada.

Cengiz Aytmatov


Coğrafya bir çok bakımdan medeniyetlerin oluşumunda etkili olmuş ve olmaya devam etmektedir. Sosyologlar coğrafyayı kurucu, dinamik unsurlardan biri olarak görmektedirler. İnsan tarih boyunca yaşadıkları ortam ile etkileşime girmişlerdir. Bu üretim biçimlerinden başlayarak sosyal yaşam, kültür, psikolojik yapı ve diğer bir çok alanı doğrudan veya dolaylı olarak insan yaşamını etkilemektedir. İbn Haldun ünlü eseri Mukaddime adlı eserinin "Havası mutedil olan iklimler, havanın insanların derilerine, renklerine olan etkileri ve diğer bir çok halleri" konulu mukaddimesinde "İnsanların sahillerinde yaşadıkları denizin üzeri düz ve yaygın olduğundan güneşin ışın ve aydınlıkları yaşamakta oldukları yurtlarına vurduğunda, etkisi kuvvetli olur ve havasının sıcaklığı artar; bu sıcaklık tesiri ile ahalisinin hayvani ruhlarını harekete getirir ve bu harekete getirmenin bir sonucu olarak sıcaklık tenlerine yayılır, havası soğuk olan dağlarda ve dağların tepelerinde yaşayanlara nispetle sevinç ve neşeleri fazla olur."(1) diyerek coğrafik özelliklerin insan yaşamı üzerindeki etkilerini dile getirir. Türkiye'nin büyük çoğunluğu bozkırla kaplıdır. Biz burada Türkiye gerçeğini bir de bu coğrafik gerçeklik açısından okumaya çalışacağız.

Bozkır Nedir?
Bozkır coğrafik bir kavramdır. Karasal iklimin hüküm sürdüğü, aralık ağaçlıkların bulunduğu bitki örtüsünün adı olarak bilinir. Bozkırda yaşayanlar içinde bu yaşam ortamının etkilediği bir düşünce, kültür pratiği vardır. Öncelikle bozkırı tanımak gerekir. Anton Çehov "Bozkır" adlı romanında en iyi tasvirlerde bulunur.

" Bozkırda gidersiniz, gidersiniz, yüksekliklerin nerde başlayıp bittiğini anlayamazsınız…
Gittikçe ısınan, sessizleşen hava daha durgun bir hal alıyordu sanki güneşin sıcaklığına dayanamayan doğa, sessizlik içinde donup kalmış gibiydi. Ne ufak bir esinti, ne küçük bir çıtırtı, ne de kıpırdayan bir bulutçuk…
Bozkır biraz daha dayansa, üstün gelmek için biraz daha dirense istediğini elde ederdi. Ne yazık ki görünmeyen bir güç yavaş yavaş rüzgarı bastırdı, havayı dinginleştirdi, toz bulutlarını yatıştırdı, az sonra hiçbir şey olmamış gibi ortalığa bir sessizlik çöktü. Bulut bir yerlere gizlendi, yanık rengi tepeler somurtkanlaştı, hava durgunlaştı. Yalnızca rahatları kaçan kuşlar uzaklarda ağlaşıyor, başlarına gelenlerden dolayı için için sızlanıyorlardı…
Temmuz gecelerinde bıldırcınlar, çalıkuşları ötmez, orman vadilerinde bülbüller şakımaz, türlü çiçekler kalmaz, ama bozkır gene de güzeldir, yaşam doludur. Güneş batar batmaz gündüz ki eziyetler unutulmuş, boğucu sıcağın çektirdikleri bağışlanmış gibi, ince bir sis doğayı kaplar, engin bozkır geniş göğsüyle hafif hafif solur…
Gidersiniz, gidersiniz birden yolun kıyısında keşe benzeyen bir karaltının dimdik ayakta durduğunu görürsünüz. Sakın yol kesen bir haydut olmasın bu? Siz ilerledikçe karaltı da yaklaşır büyür, arabanızla aynı hizaya gelir; o zaman haydut sandığınız şeyin yol kıyısında dikilen bir çalı ya da kaya parçası olduğunu anlarsınız. Böyle kımıltısız, birilerini gözleyen karaltılar tepelerde durular, tümseklerde saklanırlar, yabani otların arasına gizlenirler; bunların hepsi de insana benzer, kuşku uyandırır…
Bozkırda uçsuz- bucaksız gökten gözlerinizi ayırmadan bakarken, her nedense düşüncelerinizde, duygularınızda yalnız olduğunuz bilinci uyanır. Kendinizi umarsızlık içinde yalnız, en yakınınız saydığınız kimselerden uzak, çok uzak bulursunuz. Koca bir evrende değersiz bir varlık olarak görürsünüz kendinizi. Binlerce yıldır gökyüzünden bakan yıldızlar, insanın kısacık yaşamını umursamayan, bilinmeyenlerle dolu gökyüzü ve karanlık, siz onlarla göz göze gelip anlamlarını çözmeye çalıştıkça suskunluklarıyla içinizi ezerler. İşte o anda mezarda bizleri bekleyen yalnızlık aklınıza gelir; yaşam gerçeği, tüm korkunçluğu, umarsızlığıyla beyninizde çakar…"(2)


Bozkırda sınırlar keskin çizilmemiştir. İnsanın insan, doğa ve gökyüzü ile alışverişini- iletişimi engelleyen bir ortam yoktur. Tanışmak- dokunmak kolaydır. Hissederek yaşar. Ilıman iklimlerdeki gibi göğü bulut, yeri otlar kapatmamıştır.


Bozkırda ulaşmak için ormandaki gibi sınırlanmış, belirlenmiş bir yol yoktur. Ulaşmak için bir çok yollar vardır. Bazı yerlerde keskinleşse de bir çok yerde bozkır insanın önüne hayatı serer.
"Hep aynı ses, aynı renk, aynı şekil, aynı hat!...
Topraktan ve güneşten gelen sonsuz saltanat!...

Bozkır sükun, bozkır ruh, bozkır bir derviş gibi!
Kendi kendinden geçmiş, Allah'ı görmüş gibi!"(3)


Bozkır sade, yalın haliyle her şeyi apaçıktır. Gizli planları, art niyetleri yoktur. İyilikte, kötülükte aşikardır. Düşman gelişiyle kendini belli eder. Pusu kursa bile ortadadır. Medeniyetlerin ve dinlerin tohumları ya bozkırda yada bozkırın daha açık hali olan çöllerde atılmıştır.


"Ilıman kuşakların durgun hayat tarzı, bitki ve çiçekleri yerine alabildiğine uzanan bozkırların enginliği; mavi gök altındaki bütün toprakları yaşanacak bir yurt olarak gören geniş bir anlayış; uzun mesafeleri katedebilecek en uygun varlık olarak at; bozkırda yaşayan serazat hayvanlar ve sürüler; onlarla iç içe geçen ve yarım saat içinde sökülüp günlerce süren yolculuklardan sonra çok uzak bir yerde yeniden yarım saat içinde kurulabilen çadırlarda yaşanan hayat tarzı Türk dilinin başlangıcına damgasını vurmuştur."(4)

Bozkırın Çocukları Nerede?
Türklerin kurdukları tüm devletler gibi son üç devlet ( Selçuklu- Osmanlı- Türkiye Cumhuriyeti) bozkırda kuruldu. Her ne kadar son dönemde İstanbul merkez, bozkır çevre olduysa da İstanbul'u besleyen Bozkırın çocukları tarih boyunca merkezi güçlere enerji kaynağı oldular. Anadolu'nun her köşesinde düşünce öbeklerinde yeni fikir filizleri yeşeriyordu. Yeni, taze, bozulmamış beyinleri ile şehirlerin veya ormanların arasında yönünü şaşırmış nice insanlara yol gösterdiler. Gah asker oldular orduların ön önünde, gah devlet yönetiminde söz sahibi olup yönettiler. Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Urfa, Malatya, Konya, Van, Kayseri ve daha nice illerde ilçelerde sadece sayısal çoğunluk olarak ifade etmediler. Her ildeki sivil ve resmi okullarda yetişen nesil devleti ayakta tutan ve dönüştüren güce dönüşüyordu.

Sadece Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda hakim ideolojik akımları besleyen ve büyütenlerin Bozkırın çocukları olduğunu görürüz. Kurtuluş savaşı bozkırdan başlatıldı. Hem liderlik hem düşünsel üretkenlik bakımından hep var oldular. Şehirlilerin ayak oyunlarına kanıp kardeşkanı dökenlerde kendileriydi. İnandığı yoldan geri dönmeyi ar sayması onu bazen yanlışlarından dönme erdemliliğinin önüne geçti. Safiyeti bu kez aleyhine birçok planların, oyunların oynanmasına yol açacaktı.


Bozkırın çocuklarını en iyi ifade eden yine burada yetişen bitki örtüsüdür. Çünkü bozkırda en çok göze çarpan ortada tek başına duran ağaçtır. Bu ağaç yıllara meydan okuyarak ayakta kalmış ve bozkırın sıcağında bunalan yolculara gölge, yolunu kaybedenlere yön, saldırılardan kaçanlara sığınaktır. Tek başına her şeyi barındırır. Bozkırın çocukları çoğunlukla işte bu ağaç gibidir. Hayatın hangi yerinde ve nasıl olursa olsun varlığı çok şey ifade eder.


İstanbul'dan çıkıp Anadolu bozkırına açıldığınızda Bozkırın Çocukları'nın kalmadığını göreceksiniz. Köyler, ilçeler git gide nüfus kaybediyor. Sadece nüfusu değil inanışını ve var oluş dinamiklerini de yitiriyor. Bir çok köy şimdiden harabe görünümündedir. Bozkırda sizi karşılayan örümcek tutmağa başlayan kapılar ardında uzaklardan bir haber bekleyen bir çift gözden başkasını bulamazsınız. Artık bozkır kendi ideallerini yitirmiştir. Kendisine verilenle yetinmeyi çoktan öğrenmiştir. Talepkar, isyankar, arayış içinde değildir. "Biz bozkır çocukları hâlâ, köyde yediğimiz un helvasını mukaddes Selvâ, ve çocukluk yıllarında içtiğimiz pekmez şerbetini, Bezm-i Elest'te içilen şerbet sanarak onun hazzıyla sarhoş dolaşırız. Büyük şehirler, bizim için girdapları, anaforları, ve dev dalgalarıyla fırtınalı bir deniz gibidir ve bizim bu denize açılacak donanımımız yok. Şehir deyince, aldatmacalar, üçkâğıtlar ve cümle cıvıklıklar gelir aklımıza. Bir Gayyâ Kuyusu'dur bizim için şehir. Onun için de hep reaksiyoneriz."(5)


Bozkırın Çocukları Modern çağın refah çağrısına ve yeni bir gelecek kurmak için şehirlerin çağrısına uydular. Üniversitelerde ideallerin yaşam imkanı bulması, yeni bir dünya inşa etmek için çırpındılar. Onlar bozkırı terk edip asgari ücret köleliği ile refah hayatı yaşamak için şehirlere önce ürkek yaklaştılar. Hemen merkeze yerleşmediler. Gecekondularda oturup şehri tanımaya çalıştılar. Şehirde var olmak için oyunları, düzenbazlıkları, ihanet oyunlarını öğrendiler. Öğrendiklerinde hayatlarını kaybetmişlerdi zaten. Zengin olup sınıf atlar gibi görünenler modernlik ile gelenek arasında sıkışıp kaldılar. Taklitçilik kimliksizliği doğurdu. Aidiyet kaynakları değişti. Gittikleri yerlerde onlar köylü olarak nitelendirilip ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Sosyolojik olarak köylülük gelişmenin ilerlemenin önündeki en büyük engellerdendi. Düzeltilmesi, tedavi edilmesi gereken unsurlardandır artık. Halbuki Türkiye'nin 200 yıllık ne olacağı ve ne olması gerektiği konusundaki cevapları bozkır haykırıp duruyordu. Ama bu ses şehirlerin sakinleri tarafından dikkate alınmadı. Şimdi çözümsüzlük ve yorgunluk içinde bozkırda dünya kuran Mevlana'ya, Hacı Bektaş Veli'ye, Yunus Emre'ye koşuyoruz. Yadırgadığımız, küçümsediğimiz fikirlere, inanışlara henüz tam anlamıyla olmasa da yüzümüzü dönüyoruz. Şehirler askeri ve siyasi merkezler oldular. Hiçbir zaman inanışların, ruhun, dinamiklerin kurucusu olamadılar.


Bozkırın ortasında yapayalnız kalmış, terkedilmiş bir halde kaderlerini değiştirecek bir eylem, bir çağrı beklemektedirler. Önceleri sistemlere, devletlere, imparatorluklara çağrı yapanlar, şimdilerde kendileri bekleyişe girmiş durumdadırlar. Aslında onları tarih sahnesindeki var oluşuna götürecek gücün yine kendilerinde olduğuna dair farkındalıklarının bilincine varmaları gerekiyor. Bozkır yüzeysel baktığınızda bir şey göremezsiniz belki ama o her şeyi derinliklerinde saklar. Gizli kalmış hazine gibi o birikimi, gücü ortaya çıkarmak gerekiyor.

Sonuç:
"Bozkır yalnızlığının bilincinde gibidir, sanki zenginliği, ilham gücü kimsenin işine yaramadığı, kimse şarkılarda bu niteliklerini yüceltmediği için kendini boş yere harcandığına inanmaktadır. Böceklerin canlı curcunası arasında onun özlemle yanan umutsuz çağrısını işitirsiniz; "bir ozan, ne olur bir ozan!" diye seslenir gibidir…"(6)


Artık Bozkır'ın çığlığını seslendiren ozanlarımız kalmadı. Bozkırın çağrısına artık kulaklar tıkanmıştır. Kimse oradan gelen çığlığı duymak istememektedir. Bozkırın gücü tarih boyunca bu milleti ayakta tutmuştur. Bu güç yitirilirse varlığımızın tehlikeye gireceği aşikardır.

Kaynaklar:
1- Mukaddime- İbn HALDUN
2- Bozkır- Anton ÇEHOV
3- Bozkır - Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
4- Yirmi Birinci Yüzyıla Girerken Millî Kimlik Oluşturmada Dilin Önemi / Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN
5- / Ali AKBAŞ
6- Bozkır- Anton ÇEHOV

Rüstem BUDAK
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Zengin ve gelişmiş bir dil olmazsa derin düşünme ve bilim yeterince yapılamaz. Derin ve yaratıcı düşünme ise, ancak ana dille mümkündür.

Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır. (L. Wittgenstein)
Türkçe’nin kurtuluşu, Türkiye’nin kurtuluşudur. (O. Sinanoğlu)

Bir milletin kültürünün temel unsurlarından biri olan dil; insanların duygu, düşünce, istek ve arzularını anlatabilmeleri için kullandıkları sesler ve semboller dizgesidir. Dilin amacı, anlamların ortak paylaşımını ve anlaşmayı sağlamaktır. Dil, insanı diğer canlılardan ayıran ve insana özgü bir yetenektir. İnsan dilini toplumsallaşma süreci içerisinde öğrenirken, diğer canlılar dili kalıtımsal olarak elde ederler ve temel gereksinimleri için kullanırlar.


Dil ile düşünce arasında sıkı bir ilişki vardır. Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünme, sessiz konuşmadır. Kişinin kendisiyle konuşmasıdır. İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler de bu sayılan alanları besler. Yani bilim ve düşünce bir taraftan kendi fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili kullanırken, diğer taraftan da dilin zenginleşmesini sağlarlar. Bu anlamda karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Büyük medeniyetler mutlaka ya zengin bir dil üzerinden gelişmişlerdir ya da gelişme süreçleri içinde zengin bir dil yaratmışlardır. Bir insanın ya da toplumun dili ne kadar zengin ve üretkense dünyayı tanıması, algılaması, olay ve olgulara bakışı da o oranda zengin ve tutarlı olacaktır. Ludwig Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü bu gerçeği ifade ediyor olsa gerektir.


Ortaçağda bilim dili Arapça idi ve farklı milletlere mensup Müslüman bilginler eserlerini Arapça yazıyorlardı. Bu yüzden Arapça bilim dili olarak çok gelişmişti. Avrupa’da ise bilim dili Latince idi ve Avrupalı bilginler eserlerini Latince olarak yazıyorlardı. Batı medeniyeti açısından aynı işlevi günümüzde İngilizce yerine getirmeye başlamıştır.


Bir dilin, bir medeniyet dili olarak farklı milletler tarafından kullanılması, o dilin gelişmesinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Hem Arapça, hem de Latince gelişmelerini önemli oranda medeniyet dili olmalarına borçludurlar. Medeniyet ile medeniyet dili arasındaki ilişkiden sadece dil faydalanmaz, bu anlamda medeniyetlerde ortak dile çok şey borçludurlar. Bir medeniyet, milli dillerin yanı sıra ortak bir dil kullanmıyorsa, o medeniyetin yeterince gelişip, inkişaf etmesi mümkün olmayacaktır. Gerek İslam medeniyeti ve gerekse Batı medeniyeti gelişmelerini önemli oranda kullandıkları ortak dile borçludurlar. Her iki medeniyetin de en verimli ve en üretken dönemleri ortak dil kullandıkları dönemlerdir. Yine, her iki medeniyet de ortak dilden vazgeçtikleri tarihten itibaren duraklamaya ya da gerilemeye başlamışlardır. Benzer bir durum felsefeye karşı tutumda da kendini gösterir. Doğuda felsefeden kaçış, Batıda ise felsefenin sosyoloji gibi bazı alanların gerisine atılması benzer bir sonuca yol açmıştır. Sonuçta doğu uzun bir süredir, batı ise yaklaşık son 50 yıldır istisnalar hariç orijinal düşünür çıkaramamaktadır.


Avrupa’da Rönesans döneminin sonuna kadar Latince ortak dil olarak kullanılmakta, bilim adamları ve düşünürler eserlerini Latince olarak kaleme almaktaydılar. Bu durum, birbirlerini izlemelerini, eleştirmelerini, desteklemelerini, öncekilerinin mirasından istifade etmelerini kolaylaştırmakta idi. Descartes, Hobbes, Galilei ve daha birçok bilgin ve düşünür ayrı milletlerden olmalarına rağmen birbirleriyle tanışmış, tartışmış, birbirlerinden istifade etmiş ve birlikte kurmuşlardır batı düşünce ve medeniyetini. Doğuda benzer bir işlevi Arapça görmüştür. Türk olan Farabi ve İbn-i Sina, Arap olan İbn-i Rüşd, El- Kindi, Gazali ve Fars olan S. Şirazi, F. Attar, Ö. Hayyam, C. Afgani gibi bilginler eserlerini aynı dille kaleme almışlar ve birbirlerinin birikiminden istifade etmişlerdir.


Ancak, elbette ki, ortak dilin kullanılması, milli dillerin muhafazasını ve gelişmesini engellememelidir. Milli dil daha çok kültürün diliyken, ortak dil medeniyetin dilidir. Birincisi, kültürün, ikincisi ise medeniyetin gelişmesinin olmazsa olmaz şartıdır. Osmanlı döneminde edebiyatla ilgili eserler dışındaki çoğu eserler Arapça yazılmıştır. Türkçe yazılan eserlerde ise yoğun bir şekilde Arapça ve Farsça kelimeler kullanılmıştır. Bu durum, Türkçe’nin bir dil olarak gelişimini olumsuz yönde etkilemiş ve geciktirmiştir. Kültürel temaslar sonucu diller arasında kelime alışverişi kaçınılmazdır. Yüzde yüz saf dil ancak ilkel toplumlarda olabilir. “Pratiği yürüyenler belirler” realitesinin bir gereği olarak, özellikle bilim, düşünce ve teknolojide önde giden milletlerin ya da medeniyetlerin kullandıkları diller diğer dilleri belirli oranlarda etkiler. Bu kaçınılmazdır. Fakat ana dili boğacak ölçüde yabancı kelime girmesine müsaade etmek bir dilin gittikçe yok olmasına yol açacaktır. Bu durumda yapılması gereken, ihtiyaç duyulduğunda toplumsal gerçeği ve dilimizin özelliklerini dikkate alarak yeni kelime ve terimler üretmektir.


Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe, Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtarılmaya çalışılmış, ancak yeni kelime ve terim üretmede gerekli gayret gösterilemediği için bu seferde dilimiz yoğun bir şekilde İngilizce ve Fransızca’nın etkisi altına girmiştir. Bazı Arapça ve Farsça kelimelerin ayıklanıp yerine Türkçe kelimeler konulması amacıyla başlatılan bu girişim, İngilizce ve Fransızca kelimelerin dilimize doluşmasıyla sonuçlanmıştır. Bu anlamda dilin sadeleşmesi açısından bir değişiklik olmamıştır. Tarihte kültürümüzün dili olan Türkçe ile medeniyetimizin dili olan Arapça arasında sağlıklı bir denge kurmayı başaramadığımız gibi bugün de anadilimiz olan Türkçe ile uluslar arası bir dil haline gelen İngilizce arasında olması gereken dengeyi kuramıyoruz.

“Dilin büyüyüp gelişmesi, işlevini tam olarak yapabilmesi için yapılması gereken şudur: Günlük dilde konuşulan kelimelerin Türkçe’si varsa onun yerine kullanılan yabancı dil tasfiye edilmelidir. Eğer yoksa ve o yabancı kelime asırlardır milletin dilinde kullanılıp benimsenmiş, çağrışım yaptıracak duruma gelmiş ise buna dokunulmamalıdır. Dilde bulunan her yabancı kelimeyi atıp bunun yerine, dilde bulunmayan kelime yaparsanız, nesiller arası kopukluk denilen kültür hastalığı ortaya çıkacaktır. Ancak, bilim terimlerinin durumu farklılık arz eder. Bilimsel terimler mutlaka ana dille ifade edilmelidir. Çünkü derin düşünmenin odak kelimeleri bilimsel terimlerdir”.


Milli dilin gelişmesinin önündeki engellerden biri de yabancı dille öğretimdir. Ülkemizde yabancı dilde eğitim adeta bir moda şeklinde yayılmaya başlamış ve hatta anaokullarına kadar inmiştir. Yabancı dille öğretimin zararlarını tartışırken şimdi çok daha kötüsü olan yabancı dille eğitimle karşı karşıyayız. Anaokulundaki çocukların bile yabancı dille eğitim yaptığı bir ülkenin milliliğinden ya da bağımsızlığından bahsetmek oldukça zordur. Bu hususta Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı şu tespitte bulunur: “Düşünce ve çağrışım faaliyetlerinde bir yabancı dil aracılığına başvurmak, bir milletin millet olarak yükselmekten umudunu kesmesi, yüksek uygarlık düzeyine yürümek amacından vazgeçmesi ve tarihin akışında olsa olsa geri saflarda kalmaya peşinen rıza göstermesi anlamına gelir”.


Zengin ve gelişmiş bir dil olmazsa derin düşünme ve bilim yeterince yapılamaz. Derin ve yaratıcı düşünme ise, ancak ana dille mümkündür. Tabii ki, “yabancı dil öğretimi” ile “yabancı dilde öğretim” birbirine karıştırılmamalıdır. Bunlar tamamen birbirinden farklı şeylerdir. Bir millet için yabancı dil öğrenmek ne kadar olumlu ve gerekli bir şey ise, yabancı dilde öğretim o kadar olumsuz ve zararlı bir şeydir. Yabancı dil öğrenmek için yabancı dilde öğretim şart değildir. Eğer bu güzelim ülke, tarihsel iddia ve hedeflerinden vazgeçmediyse, bir milleti sömürgeleştirmenin en etkin yolu olan yabancı dilde öğretim çılgınlığından vazgeçilmelidir. Zira dil, bir milletin onuru ve geleceğidir. Medeniyetten vazgeçtik, bari ciddi bir kültürümüz olsun.

(İbrahim Gezer)
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Hepimiz bir kez geliyoruz dünyaya... Bu hayatı bir kez yaşama şansımız var. Yaşamak istediğimiz gibi veya yaşamamız gerektiği gibi... Ama sadece bir kez!..

Geri dönüşü olmayan bu yolda seçimimizi doğru yapmamız gerekiyor. Amaçlarımıza ulaşmak için yanlış araç kullanmamız acı veriyor bize. Kalp veya akıl... Ama hangisi? Duygular mı fikirlerimizi doğru yapan, yoksa fikirler mi duygularımızı anlamlı kılan? Hangisi hayatımıza yön veren, yön vermesi gereken? Yalnızca bir kez karşımıza çıkan fırsatları değerlendirebilmemiz için, yaşamamız gerekenleri doya yaşayabilmemiz için, keşke dememek için... Tek olan hayatımızın içine çok şey sığdırabilmek için neye güvenmeliyiz?


Bazen o tek olanın içine her şey sığmıyorsa, yetmiyorsa yaşadıklarımız yaşamak istediklerimize... Kelimeler... O zaman kelimelerle yaşıyoruz hayatı, yazıyoruz yaşayamadıklarmızı. Bu yüzden çok şey ifade ediyor kelimeler. Başka türlü mümkün değil farklı hayatları yaşamak...Kendi kendimize yetmediğimizde başka türlü teselli bulmamız mümkün değil... Bize farklı hayatların kapılarını açıyor kelimeler. O zaman sığdırıyoruz tek olanın içine birçok şeyi... Hayatın bizim için çok şey ifade eden özel anlarını o zaman başkaları içinde anlamlı kılabiliyoruz...

Bizi kendi içimizde kaybolmaya çağıran olaylarda, yaşadıklarımız canımızı acıtmaya başladığında, acılarımızla aynı düzlemde baktığımız dayanılmaz hayatın dayanılırlığını anlatıyor kelimeler... Olaylara dışardan bakmamızı sağlıyor, hayatın acı demek olmadığını ama acılarla anlam kazandığını fark etmemize neden oluyor.

Böylece yaşıyoruz hayatı... Kabulleniyoruz başımıza gelenleri ve hayallerimizin bir gün gerçekleşeceği inancı yerleşiyor kalplerimize... Çünkü biliyoruz, kelimeler ihanet etmezler, budur hayat'ı hayat yapan... Biliyoruz...

Yaşıyoruz hepimiz, yaşamamız gerekenleri ama her zaman istediklerimizi değil... Çünkü bizi bizden çok seven, bizi bizden iyi bilen ''Bir''i var... O'nun çizdiği yolun dışına çıkmaya çalışmak, O'nun koyduğu sınırları zorlamak incitir, yorar bizi.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Ruh ve Gönül Dünyamiz.

Nedense şimdiye kadar kendi şifremizi çözmek için gayret sarf etmedik hiç. Kendimizle tanışmaktan ve yüzleşmekten sürekli kaçtık.

Bir Afrika kabilesi olan Azandeler, başlarına gelen her türlü talihsizliği kara büyü’ye bağlarlar (Gıddens, 2001; 37). Bizler de Doğu dünyasının insanları olarak adını bilmediğimiz talihsizlikler yumağına sarmalanmış vaziyette habire bilinmezlere doğru yuvarlanıyoruz ama bizim illetimizin epey farklı olduğuna kuşku yok. Bunu, ne Azandelerin kara büyüsüyle ne de başka kabilelerin mitolojik öyküleriyle açıklamak mümkün. Çünkü biz, son iki yüz yıldan beri cebinde epey güneşler batıran bir mirasın sahipleri olarak boy göstermekteyiz. Vaktiyle Batılılaşma heves ve heyecanıyla İngiliz elçisinin faytonunu Sirkeci’den Karaköy’e kadar omuzlayarak çekenler bizleriz. Bir başka İngiliz sefirinin önünde diz çökerek hüngür hüngür ağlayan Mustafa Reşit Paşalar hâlâ gönül sarayımızın en kıymetli noktası üzerinde bulunmakta. Ama yine de hiç tınmayız. Şairin:“vatan yüz elli yıldır manada bir harabe” (Kısakürek, 1998) dizesinde de belirtildiği gibi Doğu dünyasında yüz elli-iki yüz yıldan bu yana habire sürekli bir şeylerin içi boşaltılmakta ve bizler de bu ganimet yağmacılarını hiçbir şey olmamış gibi ayakta alkışlamaktayız. Deyim yerindeyse bu ruh hali bizim bozulma serencamımızdır. Bir talihsizlik veya kara büyü olmadığı ortada. Merhum İkbal’in, vaktiyle Şikva adlı şiirinde Müslüman toplumun fena halinden Allah’a şikâyet edip, bir yıl sonra da Cevab-ı Şikva’da:

“Müslümanların kalbinde suziş (yanma) kalmamış. Ruhlarında ihsan yoktur. Peygamber’in sözleri unutulmuş ve esas birliğini koruyacağına milli kavgalara boğulmuştur.” (İkbal, 1999; 12).

cümleleriyle kendi sualini kendisinin cevaplandırmış olması gibi, galiba bizler de mevcut halimizi bir soru halinde ortaya koyup, sonra da samimi olarak bunu cevaplandırmaktan sürekli korktuk. Ama bunun hep böyle gitmeyeceği de muhakkak. Şairin:

“Lügat, bir isim ver bana halimden,

Herkesin bildiği dilden bir isim” (Kısakürek; 1998; 19).

dizelerinde de belirtildiği gibi, artık sürdürmekte olduğumuz hayatın adını ve rengini tanımlamak durumundayız. Öyle ya, kimin boyasıyla boyanmışız? Üzerimizdeki renkler hangi dünyaya ait? Öncelikle bunların bilinmesi gerekmektedir.

Nedense şimdiye kadar kendi şifremizi çözmek için gayret sarf etmedik hiç. Kendimizle tanışmaktan ve yüzleşmekten sürekli kaçtık. Sergilediğimiz en belirgin davranış hakikatten kaçış olunca, sonuçta Rabbi’ni bile bilmeyen bir beşeriyet tablosu ortaya çıkmış oldu. Oysa “yaradılışımızda peygamber devrinin iman anaforuyla yoğrulmuş bir kültürün izleri var” (Meriç, 2001). Ama bu mirası ya hep küçümsedik ya da cahilliğimizden hiç fark etmedik. Artık Doğu dünyasının genelinde yapılması gerektiği gibi, Türkiye’de de hiç olmazsa birilerinin çıkıp; “Ey Anadolu! Sen ne kadar Anadolu’sun? Yahut biz ne kadar biziz?” türünden bir sorgulama yapması gerekir. Ancak bu sorgulama mutlaka içten, samimi ve bünyenin can alıcı noktasından başlatılmalıdır. Yıllar yılı böyle bir sorgulama yapılmadığı gibi, toplum olarak alışılmış ideolojik kalıplarının dışına da bir türlü çıkılamamış olması elbette can sıkıcı. Üstelik bu kalıpların bizler için birer Nirvana çukuru olduğu da ortadayken. Kendimizi hep bir kısım ideolojik kalıplarla tarif etmeyi yeğledik. Bunlarla sarmaş dolaş yaşıyoruz. Hem de sayısı on binleri bulan gencecik insanımızı bize kendi ellerimizle kara topraklara gömdüren şu Stalin devrinin soğuk yüzlü ideolojileri. İşte manzara bu. Fakat yaşayan ölü felsefesiyle hayat sürdürmenin öncelikle kendi tercihimiz olduğu da ortada.

Beyaz Adam’a Ruhumuzu Teslim Etme Öyküsü ya da “Bozulma Serencamımız”

Kara Kıta’nın yazarlarından olan Laurens Van Der Post “Afrika’daki Karanlık Göz” adlı eserinde şu görüşleri dile getirir:


“Beyaz adam Afrika’ya (aynı nedenle Asya ve Amerika’ya da) tek gözlü bir dev gibi geldi. Beyaz adamın Afrikalıların manevî değerlerini reddetmesi ve onları aşağılaması, aslında beyaz adamın kendi içinde var olan en derin ve hayati özü reddetmesinden kaynaklanır. Kolonileri sömüren materyalist ve kurnaz beyaz adam, kendi ruhunu kaybetmiş, yerlilerin de ruhunu yerle bir etmiştir. Tek gözlü dev, sadece dışarıyı görebilir, iç görüşü yoktur.” (Aktaran: Merton, 2001; 13).

Ayrıca Roma’nın Eski Kralı Neron ise, halk arasında öz annesini öldüren adam olarak bilinir. Yine bir gün annesinin göğüslerinden vura vura ona zulmederken, annesi Neron’a:

-“Daha hızlı vur! Vur, çünkü senin gibi bir zalimi bu göğüslerimle emzirdim” der.

İşte Beyaz Adam ile bizim maceramız da böyle bir şey. Etme bulma dünyası bu. Tıpkı geçmişte İngilizlerin veya diğer Batı’lı ulusların kolonyalist kurumları nasıl ki sömürge ülkelerin kalkınma ve özgürleşmelerini hiç bir zaman amaçlamadıysa, Beyaz Adamın çağımızdaki küresel kurumları da neo-kapitalist medeniyet adına ulusların her bakımdan sefaletlerini derinleştirmekte ve bu bağlamda Gandi’nin onlarca yıl önce ifade ettiği aşağıdaki cümleler Batılıların niyetini açıkça ortaya koymaya yetmektedir:

İngilizlerin kolonicilik kurumları ve okulları bizi hadım etti, çaresiz ve Tanrısız bıraktı. Bizi memnuniyetsizlikle doldurup, memnuniyetsizliğimize çare sunmayarak ümitsiz kıldı. Bizi olmak istediğimiz adamlar yaptı: “memur ve tercümanlar”.

Oysa, beyaz adamlara düşen gerçek görev zencilere ya da başka ırktan olanlara koruma bahanesiyle hükmetmek değil, içlerine kadar işlemiş olan iki yüzlülükten vaz geçmektir. Beyaz adamların her insanı kendileriyle eşit olarak kabul edip onlara eşit davranmayı öğrenmesinin zamanı gelmiştir.” (Merton, 2001; 38).

Gandi’nin bu tavsiyelerine rağmen hâlâ her taraf yangın yeri gibi. Dünyanın hemen her yöresinde huzursuzluk ve perişanlık kol gezmekte. Afganistan, Irak, Somali, vb. birçok yörede taşların bile yerlerinde kalma şansı yok. Hindistan’da hâlâ Harijanlar kol gezmekte. Yoksulluk, sömürülmüşlük, göç, açlık ve sefalet gün geçtikçe bir kanserli hücre gibi küresel düzeyde yayılmakta; post-kolonyal kapitalizm ise Beyaz Adamın marifetiyle her geçen an bir miktar daha daralarak kümeleşmektedir. Dolayısıyla yarınların ne getireceğini kimse bilmemektedir. Dünyanın hangi bucağı bombalanacak, coğrafi sınırlar nerede nasıl değişecek belli değil.

Sömürülen dünyanın çilesi bununla da sınırlı değil. Çağımızın talihsiz insanı kendi Mevlâna’sından, Tolstoy’undan ve Gandi’sinden de yoksundur. Bildiğimiz tek şey; kendi geleceğimiz üzerinde hiç bir biçimde söz sahibi olamadığımız ve ayrıca şahit olduğumuz bunca açlık, korku, gözyaşı, kan ve ateşin yalnızca Doğu’nun kaderiyle değil, insanının taşıdığı teslimiyetçi düşünceyle de bir miktar alakalı olduğu gerçeğidir. Doğu’lu halkların teslimiyetçiliğinden yararlanmayı beceren Beyaz Adam, bugün adım attığı her yerde post modern maceralarına devam etmekte ve eski metotlarla bütün kıtalara yeniden tek tek ayak basarak, 21.yüzyılda bu toprakları bir daha ele geçirmeye çalışmaktadır. Beyaz Adam, başlatılan küreselleşme süreci ile birlikte yalnızca kimyasal atıklar ve nükleer denemeler için değil, yapılacak tüm harpler için de bizim dünyamızı/kıtamızı fiziki mekân olarak seçmiş durumda. Üstelik bundan sonrası için yalnızca kendi kıtamızın değil, küresel çapta yeniçağın Kızılderilileri de ne yazık ki bizleriz.

Tıpkı 15. yüzyıl sonlarındaki coğrafi keşiflerde olduğu gibi, 21. yüzyılın neo-liberal ve tümüyle sömürge avına endeksli keşiflerinin de hayli maceralı geçeceği tahmin edilmektedir. Asrın Vespuçi’si, Macellan, Kolomb, Kızıl Eric ve Del Kano’ları günümüzde Yalnız Kovboy ya da Rambo unvanıyla boy göstermektedirler. Bir bakıma, kendine yeni bir macera aramak için yola düşen Beyaz Adamın dürbünündeki karelere takılan yeni kıtanın (yeni kara) adı ne yazık ki “eski dünya”. Kıtamıza ayak basan Batı’lı dostlarımız bu aralar yakaladıkları son avın coşkusuyla bir boğayı katleden şövalye edasıyla semalarımızda dolaşmaktadırlar. Üstelik on yıla yakın süren Galya Savaşı’nda on binlerce insanı öldürüp, 800’den fazla şehir ele geçiren ataları Sezar’dan bile daha gururlu bir edayla. Anlaşılan, coğrafyamızda bundan böyle bütün gün ve geceler Aşil’in torunları için birer Paskalya Gecesi gibi geçmeye namzet. Bir gün, Kandehar, Basra, öbür gün Saraybosna, Bağdat! Yeni paradigma bu. Arzu ve istekler nereye yönelirse ölüm makinaları oraya yollanır. Bombalar yağdırırken bile kendilerini attığı gol sonrasında şov yapan futbolcular gibi hisseden Ramboların masum insanlar üzerine yağdırdığı ateş de onlar için âdeta “cennetten Kudüs’teki Anıt Mezar Şapeli’ne Tanrı suretinde inen ateş kadar kutsaldır!” (Canetti, 1998; 157–162).

Nitekim Batı’lı dostlarımızın üzerinde yükselmeye devam ettikleri paradigmaya göre insan;“paçavracı çingenelerin çaput toplaması gibi çeşitli silolarda yan yana ve üst üste istif edilecek kadar değersiz, alelâde bir rakam ve kemiyet unsurundan” öte hiç bir kıymet ifade etmemektedir. Çünkü içinde bulunduğumuz çağ insanlık açısından bir tür angoisse (boğuluş, korku) çağıdır (Meriç, 1997; 38). Bu nedenle yeryüzündeki tüm kanunlar hâlâ Anakarsis’in tarif ettiği gibi yalnızca güçlülerin eğlencesi durumunda. Bundan dolayı insanlar ya“yıldızsız, Allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gecede vıcık, vıcık bir ıstırap” (Yazan, 2001) olan bu paradigmaya uyacak ya da kendi coğrafyalarında yaşayan ölü psikozundan sıyrılıp yeni bir dirilişin öncüleri olarak çare aramaya koyulacaklardır. Üçüncü bir ihtimal yok. Yıllar yılı uyumanın bedeli illaki ödenecek! Sahte hayallerin koyuluğu arasında gözümüzü açıp baktığımızda, kendi dünyamızın yerinde yellerin estiğini yeni yeni fark ediyoruz. Çoğu insan bunu bile fark etmiş değil. Bu, bizim inşa ettiğimiz dünya mı değil mi diye tereddüt yaşıyoruz. Bir türlü meydana çıkıp haykıramadık ki “Hayır! Bunu biz inşa etmedik, bu bizim dünyamız değil” diye!

Sonuç

Son birkaç yıldan bu yana büyük bir ekonomik darboğaz yaşayan vatandaşlarımızın merceğinden meseleye bakıldığı vakit; Anadolu’nun, Ağlama Duvarı benzeri bir “Ağlama Coğrafyası”na dönüştüğü kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Çünkü zor zamanlarda alınması gerekli riskleri toplum içinden hiç kimse üstlenmedi ve yapılması gerekli olan sorgulamalardan da genel olarak uzak duruldu. Oysa hayatta her arzu ve hedefin mutlaka bir bedeli bulunmaktadır. Tıpkı ölüm hadisesi tadılmadan cennet’e gitmenin imkânsız olması gibi. Bir türlü akıl edemedik ki hayat, ancak fedakârlıklarla anlamlı hale gelir ve fedakârlıkta bulunulmadan hiç bir kıymet elde edilemez diye. Şimdiye kadar olduğu gibi, hak ve hakikati kursağımızın altına gömerek yine susmayı tercih edersek, kara talihimiz kartopu gibi katlanarak devam edecektir. Yanması gereken kandili yakmazsak, kısa bir süre sonra her yeri etkisine alabilecek zifiri karanlıkta bir daha geri dönmemek üzere kayboluruz. Gönlümüzde; bütün dünyamızı yeniden mamur hale getirebilecek güçlü bir akideyi yeşertemezsek, ideolojimizin adı ne olursa olsun veya kendimizi nasıl isimlendirirsek isimlendirelim, bugün düşmüş olduğumuz boşluktan, Kur’ân ifadesiyle Hutame çukurundan bir daha çıkamayız. Çırpındıkça batarız.

Sonuç olarak, problemimizin esas kaynağında insan unsurunun bulunduğundan şüphe yok. Yani, “hangi insanla çağın zorluklarının üstesinden gelinebilir?”, “bunun için neler yapılmalıdır?” asıl ona bakmamız gerekir. Bu bağlamda, öncelikle yapılmasında fayda mülahaza edilen bir iki hususu şu şekilde sıralamak mümkündür:

Bilen, konuşan, sorgulayan açık bir insan tipinin yetiştirilmesi. Başka bir deyimle; doğru bilgiyle yoğrulmuş, satın alınamayacak derecede şuurlu, güçlü şahsiyet, güçlü fikir ve doğru pratik sahibi olan insan.

Hayatı bir bütün olarak algılayan, toplumun kültürel kimliğini her yerde korumayı amaçlayan, kişilik gelişimine önem veren, beşeri insan kılan bir eğitim anlayışı,

Performans, amaç, hedef ve değerler bakımından toplumu top yekûn düzlüğe çıkarabilecek bir uygarlığın tasarlanması,

Sorumluluk alma bilincini toplumun geneline yayabilecek bir düşüncenin geliştirilmesi (herkesin, toplumun mevcut problemlerinin ayrı birer kesitini müstakil olarak omuzlayarak götürmesi),

Dinin ve toplumun diğer bazı değerlerinin evrenselliğini ortadan kaldırmayan, bu değerleri kendi şahsı ile sınırlandırıp gettolaştırmayan açık, medeni bir insan tipinin hedeflenmesi.


Yani her yönüyle yeni bir anlayış, yeni bir insan ve yeni bir hayat telakkisi. Şimdiye kadar hiç kimsenin dillendirmediği yeni bir söylem ve yepyeni hedefler. Anadolu insanının sabır ve çilesinden doğarak gürül gürül akabilecek yeni bir ilham pınarı... Ve ardından da Akif’in “nesli ati” dediği umut nesli. Karakoç’un deyimiyle bu nesil: “İbrahim’in yakmayan ateşi kadar serinletici; hatta Musa (A.S.) gibi eşyanın bile ötesini görebilen bir nesil. Bu neslin yüzü, yeni gelmiş bir vahiy gibidir, gözlerinin önünde hep Rahman Suresi canlanır ve kalbi hep Yasin okur” (Karakoç, 2001; 13–16). İşte nesli ati, işte kurtuluş! Başka yolu yok.

KAYNAKLAR

CANETTİ, Elias (1998). Kitle ve İktidar, Çeviren: Gülşat Aygen, I. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

GIDDENS, Anthony (2001). Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Çeviren: Osman Akınhay, Alfa Yayıncılık, İstanbul.

İKBAL, Muhammed (1999). Cavidname, Çev. Annamarie Schimmel, (Çevirenin Önsözü), Kırkambar Yayınları, İstanbul.

KARAKOÇ, Sezai “Şiir: Hızırla Kırk Dakika”, İslâmi Edebiyat Dergisi, Sayı: 34, Temmuz-Ağustos-Eylül, 2001, ss.13–16.

KISAKÜREK, Necip Fazıl (1998). Çile, 35. Baskı, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.

MERİÇ, Cemil (1997). Sosyoloji Notları ve Konferanslar, Yayına Hazırlayan: Ümit Meriç Yazan, İletişim Yayınları, , İstanbul.

MERTON, Thomas (2001). Gandhi ve Şiddet Dışı Direniş, Çev. Seda Çiftçi, Kaknüs Yayınları, İstanbul.

YAZAN, Ümit Meriç, (Söyleşi), Aksiyon Dergisi, Mart -2001, Sayı: 329.

Hasan CAN
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Bir Afrika Sözü Derki...

Afrika'nın uçsuz bucaksız topraklarında
ilkbahar yağışlarıyla oluşup yaz sıcağında yok olan
GEÇİCİ GÖLLER vardır.


İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin bir sözü :

- Sular yükselince balıklar karıncaları yer,
sular çekilince de karıncalar balıkları


Yani üstünlük bugün karıncadaysa yarın balığa geçebiliyor,
ya da tam tersi.


Karınca ya da balık olmanın sağladığı üstünlüğe sevinmek
kendimizi kandırmaktan öte bir anlam taşımıyor,
çünkü kimin kimi yiyeceğini gerçekte
suyun hareketi belirliyor.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
bir bakış açısından ibarettir hayat...


Taraf tutmaktır çoğu zaman. Sevgiyi nefrete, dostu düşmana tercih etmek... sevmek, sevilmek, hayal kırıklığına uğramak... üzülmek ve ağlamak... duygular arası dengeyi sağlayamamaktır bir bakıma...

Bazen de susmak yüreğindeki çığlıkların duyulmasını umarak... hep beklemek ama hiç isteyememek... beklentilere cevap bulamayınca suskun mahzun dönmektir geriye. Ama yılmadan, yıkılmadan. Tekrar başlama ihtimalini düşünerek hareket etmektir.

Gün gelir yıkılmak olur pişmanlık olur hayat. Yürek taşıyamaz kırık dökük duyguları. Karşılık bekleme umudunun olmaması, karşılık bekleyememenin acısı yorar yüreği. Sığınacak bir yer bulamamanın üzüntüsü onu kuytu köşelerde saklanmak zorunda bırakır. Kaybeder anlamını hayat...

Ezilmişliğin, yenilginin diğer adıdır kimi zaman. Hiçbir zaman bir şeyleri kaybetme korkusunu tadacak kadar şanslı olamamışlar için. Hiç kazanamamışlar için... ve hiç kazanamayınca neler kaybettiğini asla tahmin edemeyecekler için tükeniştir hayat...

İstisnadır belki ama sorgusuz bir gülümsemedir... her şeye sevgi dolu bakmaktır. Güvenmektir tereddüt etmeden. Herkese, her söze... Cesarettir bu yüzden. Korkusuzca atılmaktır tehlikelere, düştüğünde elinden tutup kaldıracak biri olduğunu bilmek, hissetmektir...

Boşvermişliktir, bıkmaktır her şeyden. Masum duyguların kaybolduğunu farkedip yıkılmak, kimsesiz bir çocuk yüreğinin arkasına saklanıp ağlamaktır. Yeri gelince tüm duyguları bastırıp kahkahalarla gizlemektir gerçekleri...

Mutluluktur, güzellikleri paylaşmaktır... insanların duygusuzluğunda unutulmuş gülümsemeyi tekrar görebilmeyi umut etmektir. Kalabalıklarda oynanan yalnızlık oyununun mızıkçısı olmaktır. Kaybedilenler kazanılanlara ağır gelince dost zannedilenlerle dengelemektir teraziyi...

Konuşmaktır pervasızca, düşünmeden, çelişkiye dikkat etmeden, insanlara aldırmadan... Rahatlamak için çalışmaktır. Yaşamak için sebep aramak, anlamsızlığı yıkmak için anlatmaktır. Boş hayallerle uyumak, uyanmayı düşünememektir.

Zamanı gelince benlikten geçmektir. Bir parça da başkaları için yaşamamanın anlamsızlığını farkedebilmektir. Aranılanı bulmak, bulunacağından emin olmaktır.

... Ve sonuçta bir bakış açısından ibarettir hayat...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Susmak..

Susarız…

Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…

Susarız…

Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…

Susarız…

Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

Susarız…

Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…

Susarız…

Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

Susarız…

Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

Susarız…

Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…

Susarız…

Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

Susarız…

İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…

Susarız…

Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…

Susarız…

Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…

Susarız…

Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…

Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Meğer her şey elimizdeymiş...!?

Kuşkuları gidermek insanlığa karşı.Aydınlığa yol tutmuş bir bakışın ilk adımlarını hissetmek buruk yüreklerde...Sadece ve sadece yaşamın güzelliklerini zenginleştirmek ve yeşertmek çorak topraklarda.Şimdiye kadar yazılmışların, çizilmişlerin gölgesinde kalmadan üste çıkarak, kazırcasına tırnaklarımızla...Sıkıntı rüzgarının avucunda dolaşan ruhlarımızı dinamikleştirmek statik dünyanın bir deminde...​


Bir çalılığın arkasına sinmiş gizlenen yüreğimizin sessiz çığlığını duymak, aralanan perdeden sabah güneşinin yüzünü göstermesinin verdiği heyecanı duyar gibi.Geçmiş zaman keşkelerinin ritminde yerinde sayan ruhlar;geleceğe koşun, geleceğe koşun aydınlık geleceğe; basit, ama mutluluk meşalesini elinde taşıyan eller yıldızlar tepesine koşun....


Ne demiş şairimiz bir şiirinde:


“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare bir anın
Parçalanmaz akışında...” diyerek, anlayana....


Belagatım üslubumu aşıyor da bazen kalemime hükmetmek zor geliyor.Hele kimi zaman durdurmak mümkün değil, kalem haykırıyor kağıda.


Elimizdeymiş her şey aklımıza gelebilecek her şey, bir yazarımız öyle diyor bir eserinde, haklı galiba elimizde her şey.Hakikaten öyle ,düşündükçe bir çok yalanı gerçeği bulmak, ona ulaşmak zor olmuyor.Elimizdekilerin değerini bilmek kalıyor geriye , mutlu olmanın başlangıcı da burada yatıyor belli ki.


“Günaydın gülümseyen odam,
Yorgunluk bilmeyen saatim”


Hadi yeni bir gün başlıyor, elindekilerin değerini bil, hayatın aynasını eline al, bir bak ve düşün... kendini sıkmadan ama umarsızca da değil ha...Merhaba deyin güzel bir güne, merhaba...


“Azmi sular boğup, ateş yakamaz
Sanma ki irade inzivadan çıkamaz
Eğer sağlamsa ruhunuz emin olun ki;
Yollar yorup sizi, yıllar yıkamaz.”

Hayalimizi güçlü tutalım bu uzun lakin kısa yolda , hayalimiz yok olursa yolunu bilmeyen yolcudan farkımız olmaz çünkü."Çaresizlik" kavramına da değinmeden geçemeyeceğim yazımda.Tek cümle desem ne olur ki, çaresizlik akıllı adamı zirveye taşırmış, diye.Edison’u mucit yapan da bu değil mi zaten bilirsiniz.


Bir akşamüstü geldin ve gün batmadan gideceksin insanoğlu unutma ve sev hayatı...Zaman, geç kalmayı alışkanlık haline getirecek kadar uzun değil.Erken gelip sen zamanı bekle gereken yerde.


Sevdiğim bir hikayeyi de anlatmadan geçemeyeceğim dostlar:


Zamanın birinde İtalyan yazar Luciano, bir sebepten 17 seneye mahkum olur.Bir zaman sonra 17 sene hücrede geçer mi düşüncesi kemirir aklını, saniye saniye...Neden sonra bir karınca ilişir gözüne ve onu eğitip arkadaş yapmak fikri gelir aklına çaresizce ve mantıktan uzak bir şekilde.Uğraşır uğraşır ve sonunda başarır.Konuşur onunla bir arkadaş gibi her şeyi...Velhasıl...17 sene bitip çıktığında bedeni yorgun, ama yüzünde özgürlüğün sevinci ve heyecanı.Bir yere giderler dostuyla yerler içerler.Sonra neden paylaşmak ister bir dostu olduğunu ve göstermek ister garsona 17 yıllık emeğini.Çağırır yanına garsonu. Garson ise pardon özür dileriz der ve....bitirir 17 yıllık emeği.Çok şey ifade ediyor anlayana bu hikaye çok...


“Herkesin karıncasına saygı duy...”


Hayatı işte böyle yaşa.Çünkü gerçekten herkesin karıncası en önemlidir.Senin için önemli olmasa da.


Ha bir de unutmadan eskiden yağmur yağdı mı “toprak ne güzel mis gibi koktu” dediğimiz geldi aklıma öylesine.Yazık ki mektup gibi hasret kokmuyor yazdığımız e-mailler de.


Meğer her şey elimizdeymiş...!?
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Dayan yüreğim, bu da geçecek...

Daha nerede durup nerede terkedeceğimize karar veremezken... Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmezken...

Hayatı yaşamaya değer kılan duyguların yokluğu hissedilir oldu yüreklerde...

Gönül duymazken dinlemezken, göz görmezken... Ama gönül görürken... Hayat daha mı anlamlıydı?

Başımıza neler gelecek daha. Neleri sığdıracağız şu kısacık hayata... Bir anda olacak her şey... Mutluluğu bir yana, başa gelince cefası çekilen dostu özlüyor yürek... Sevgiyi özlüyor. Yalanı aslına tercih edemiyor ya, hep onu arıyor. Sımsıkı sarıldığı yalnızlığının himayesinde yetişiyor; kendisini hayata yalnızlığıyla hazırlıyor. Hayatın akıp gittiğini farketse, yıkılacak... Yok o istemiyor bunu bilmeyi. Yaşamaya başlamak için özleminin bitmesini bekliyor. Ne yaşayacaksa o dostla olsun, hayatının anlamı o olsun... Daha neler neler istiyor yürek... bir zaman sonra her şey bitecek, hiçbir şey başlamadan bitecek her şey... Oysa o kadar çok şey yaşanmış olacak ki... O da farkedecek sonunda ya çok geç olacak... Yaşadığı hayal kırıklığını isimlendirmek için kelime bulamadığında, bildiklerinin kaderiyle uyuşmadığını anlayacak. Hak verecek tüm gönüllere... Ama bulana dek arayacak, az şey bulmayacak. Bulduklarını birbirine eklediğinde hep bir şeylerin eksik kaldığını görünce anlayacak her şeyi tam anlamıyla elde edemeyeceğini. Yaşadıkça öğrenecek...

Kaybedeceği korkusu değil ondaki, kazanamayacağı düşüncesi. Kaybetme şansı olsa kendini iyi hissedebilecek belki bir parça. Ama hiç kazanamadı ki ne kaybedecek!.. Mahkumdu o belki de kaybetmeye, her zaman olmasa da çoğu zaman... Hayat ne kadar yaşamaya değerse de daha azına layık gördüğü için mi kendine bunca eziyeti?..

Suskun yüreğim benim... Kimse arkasına dönüp bakmazken, kimse senin neler yaşadığını anlayamazken... Ve tüm yaşananları senden başka kimsenin aynıyla yaşayacağından emin olamazken... Var mı içine kapanıp ağlamak?.. Susma yüreğim. Bak akıp gidiyor hayat. Yaşamak sevmekse sen yaşa yaşanabileceklerin en iyisini, özlemekse yaşamak sen en çok özleyen ol...

Hayatın anlamını yalnızlığa vurulan darbede bir dost arayarak bulmaya çalışmaksa kader... Kader bizim yapabildiklerimizse... Kalk yüreğim, sen elinden geleni yap. Gerisi senden sorulmaz, merak etme...

Değil mi ki O her şeyin asıl sahibi... Ve tüm sevgilerin...

Dayan yüreğim, bu da geçecek...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Tüm uzakları yakın etmek senin hakkın.

Hayat; "bir yaşam öyküsüne katlanılamayacak kadar" uzun! Bir gülümseyişe, bir kıpırdanışa, bir dokunuşa vakit ayıramayacak kadar kısa!

Hayat; gerçekleri sırtlayıp taşıyamayacak kadar ağır, bir kuşun kanadına konupta ona bile hissettirmeden uçabilecek kadar hafif!

Hayat; her anını dibine kadar yaşamaya çalışmak için nefes nefese koşturmayı göze alacak kadar dolu, bütün yaşadıklarının sadece bir hayal olduklarını hissettirecek kadar boş!

Hayat; koskoca ömürde "bir yalnız gün daha nasıl geçecek, şu saatler nasıl bitecek" diye şikayet edebilecek kadar muamma! Göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede nihayete erebilecek kadar da basit!

Hayat; kendini oluşturan her büyüyü, her cazibeyi, her rengi, yürekleri hoplatacak, kanlarımızı kaynatacak kadar parlak ve güzel! Gözlerimizi acılarla, hüzünlerle, ayrılıklarla, ölümlerle buluşturduğumuzda, sadece iki renk! Gri ve siyah!

Hayat; her anını tuallere, yazılara, şiirlere, gösterilere döküp sergileyebileceğin kadar sanat! Tek bir uyanışta, görevinin tek bir oyundan ibaret tek bir rol olduğunu farkedebileceğin kadar da kısır ve monoton!

Hayat; senin tek bir "evet" inle başkalarına bölüştürüp sunabileceğin, nefes alıpverişlerinle "paylaştırabileceğin" kadar hayret verici ve cömert! Tek bir "hayır" ınla herşeyi mahvedebileceğin, yok edebileceğin kadar da cimri ve densiz!

Hayat; gerçek yaşam öykülerine katlanabilecek gücü bulup, bulaştırıp daha da büyüğünü oluşturabilecek kadar heybetli ve zor, her şeyden vazgeçip "yaşama veda etmeyi isteyecek" kadar da güçsüz ve zayıf!

Hayat; sevmeyi bilecek, bilmiyorsa ögrenecek tadacak sunacak paylaşacak ..ve böyle sevgilerle bütün sevgileri çogaltabilecek kadar anlamlı… Nefreti seçip, sıçratmak, sıçrattıkça da o pisliğe bulaşacak kadar anlamsız…

Hayat; gerçek yaşam öykülerine katlanmaya değecek kadar "Yaşanmaya değer"

Hayat; onu kısaltmanın haksızlık olduğunu anlatacak kadar öğretici, Bir daha bulunmayacak, yaşanmayacak kadar "tek"…

Hayat; sadece senin dilediğin kadar uzun! Sadece Senin diledigin kadar kısa! Uzat ellerini ve tut! sadece o kadar yakınlıkta!

Tüm uzakları yakın etmek senin hakkın.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Sevgi perde olmalı kusurları örten, anne gibi.

Anladım ki, insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünse de gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir. Kim severse, Allah’a yaklaşır; Allah da ona yaklaşır. Çünkü O, sevgiyi yaratandır.” (Tolstoy)

Sevgi açtı gül dalında.

Arı öz topladı, uçtu. Çiçek nefes aldı, bebek emdi anneyi, sustu. Bir alın secdeyi öptü, sevgi ile...

Dalların arasından deniz göründü, bulutları deldi güneş, akasyalar yola saçıldı, rüzgâr şapkaları uçurdu, sevgi ile...

Türkü besteledi martılar, dalgalar vapuru okşadı, sevgi ile... Elin kalkışı ve gözün ıslanışı sevgi ile...

Yol yürüdü adımlar, Ada’lara kaydı bakışlar, tarihe geçti mekanlar, sevgi ile...

Güneş toprağı yardı, dudaklar çatladı, eller duaya kalktı ve bir damla toprağa kavuştu, sevgi ile...

Bir dost çaldı kapıyı, çocuklar sevindi, dudaklar ellere gitti, sevgi ile...

Küçük çocuk su sattı gazoz şişesinde, şimdi ziller çaldı okul bahçesinde, bir kız gelin oldu on yedisinde, sevgi ile...

Ateş yakmadı önce, sonra balığın karnı saray oldu ve zindanlar medrese...Kıtmir cennete alındı, sevgi ile...

Sana sevmek verildi
Sev tükenmeyeni
Sevgi suyu gönülde
İç belli belli

Sevgi perde olmalı kusurları örten, anne gibi.

Kuru çubuktan şerbet çıkarır gibi sevmeli, son mevsimi yaşar gibi.

Sevgi emzirmeli yeni doğmuş yürekleri.

Her insan sevilmeye layıktır insan olduğu için.

Varlık, sevgiyi doğurur; herkesi sevmeli insan, var olduğu için. Kusurlarıyla ve günahlarıyla sevmeli. En Sevgili yaratmıştır çünkü seveni ve sevileni. Bizi taşlayanları da sevmeli, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” buyuran saadet asrının ve asırların güneşi gibi...

Sevgi gecenin kör vakti girmeli insanın gönlüne, güneşin battığı zamanda bile.

Sevgi, evreni sarsın. Gezsin ülkeleri, tek tek bulsun hasretlikleri. Varlığın içi sevgi dolsun, dışı sevgi. Kötüler de sevgi görsün, günahlar da bir hasta gibi. Şefkatli elleriyle sarsın yaralarını sevgi. Ve dualar onların iyileşmesi için olsun. Ta ki kusur görmesin, güzel görsün gözler. Güzel düşünecek o zaman yürekler, lezzet alacak hep hayattan ve affedilecek cana kastedilenler bile. Can gelecek cansızlara sevgi ile...

Ben gelmedim dava için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim

Sevgi çemberi olsun hayatımız. Kuşlar kanat çırpsın; çiçekler, yıldızlar, toprak, felekler damarlarında dolaşsın sevgi haritamızın. Ütopik değil, herkesi, her şeyi ıslatsın sevgi yağmurları. Gök kuşağındaki tüm renkler dans etsin sevgi tuvalinde, sevgi ile...

Kırlarında tesnim rüzgarları essin sevginin, yamaçlarında tuba dalları salınsın, kevser şırıltıları duyulsun sevgi ovasında. Kötülüğün, çirkinliğin hayali bile kurulamasın oralarda, sevgi ile...

Sevgisiz cennet olmaz, sevgidir çünkü cennet.

İki dünya bağlanır sevgiyle çekilen her nefeste. Sevgi yoksa gönülde, beden bir şekildir sadece. Can yoktur yani, ruh yoktur bu geometrik şekilde. Güzellikler erir sevgi gidince. Matlaşır hayatın renkleri, kurur ağaçların dalları, kuşlar ağlar, bebekler susar, tersine eser rüzgar, deniz kaçacak yer arar, güneş bulutlara sığınır, dağlar küçülür ve melekler utanır sevgi gidince.

Sevgili’yi bulmalı önce, toprağa düşmeden beden, hesaba çekilmeden ruh. Sevgili’yi bulmalı, en Sevgili’yi...ve her şey sevilmeli Sevgili’den ötürü.

 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Her insan bir harf değil midir?

Bir harfti, sonra hece oldu; ardından kelimeleşti. Kelime olunca mana kazandı. Manaya dönüşünce gönül ona kapısını açtı ve “gel” dedi. O da gönül yolcusu oldu, gönülde yoğruldu, halden hale geçti ve “kelime” asaletine kavuştu. Böylece gönül testinden geçti.

Edebiyat, gönül testinden geçen kelimelerin cümle içindeki ahengidir. Notasız ses nasıl gürültü ise ve kulağı tırmalarsa, gönül kuyularında Yusuf’la tanışmamış kelimelerden de mana sarayı yapılamaz.

Yazmak önemli bir şeydir, Allah kaleme yemin ediyor. Ne var ki her yazılan edebiyat olmuyor, her mızrabın çıkardığı ses musiki olmadığı gibi. Kelimeler iç dünyanızda kimi zaman meltemler, kimi de fırtınalar estiriyorsa, gönül deniziniz kabarıyor ve her kelime bir damla gibi anlam denizinize süzülüyorsa, orada bir edebiyat şöleni var demektir. Artık gönül kayığınızı suya indirebilirsiniz.

Harflerin kaderi bana hep ilginç gelmiştir: Mesela, “a” harfi “ katil” kelimesinin içinde ne kadar saldırgan ve can alıcı duruyor? Fakat aynı “a” harfi “maktul” kelimesinin içinde ise, acındırıcı ve zavallı konumundadır. “ A “ aynı “a” ama, saf değiştirince görüntüsü ve işlevi başkalaşıyor.

Sıradan bir kitapta bir harf olmakla, Kur’an’ Kerim’de bir harf olmak arasında ne kadar büyük fark vardır? Birinde insani bir görüntü verir ve faniliği simgeler, diğerindeyse, Rabbani bir ağırlık ve asalet verir harfe. Kur’an’da harf olmak, bir biçimde ezeli ve ebedi şifrenin aynası olmak demektir. Kur’an okunurken, bütün varlık alemi, Kur’an sesinde, kendi bestelerini bularak Mutlak Varlık’a secde eder.

Her insan bir harf değil midir?


Şu dünya kitabının satırlarına konmuş bir harftir insan. Adem’le başlayan harfler, insanlık kitabının oluşması için Muhammed’le (AS) bitmesi gerekiyordu. Adem’den verilen insanlık ceyranı, harf harf (kandil kandil) her peygambere iletildi ve karanlık yok edilerek, insanlığa aydınlık bir dünya sunuldu. Her peygamber kitapta birer harf oldu; O ise, harflerin kitabı oldu. Harfler O’nu görünce tutuştular ve sırlarını açığa çıkardılar. Artık bundan sonra sır O’ydu.

Firavun’lar, Nemrut’lar, Ebu Cehil’ler… ne yaptılar?


Gönülde test edilmemiş, iletken olmayan harfleri giyinerek onlar da insanlarla saf bağladılar. Onlar insanlık ceyranını geçirmiyordu. Ruhları, ilahi ışığı geçirecek iletkenlikte değildi. Bunun için onlar karanlığın simgesi oldular.

Edebiyat, harften harfe ceyran geçirme sanatıdır. O halde harflerin iletken olma zorunluluğu vardır. Ruhuyla tanışmamış harf ışık geçirmez; bu nedenledir ki, bu harflerle de edebiyat yapılmaz.

Batı edebiyatı bir karanlıklar edebiyatıdır. Orda harfler gönülde değil, nefsin örsünde test edilir. Bunun içindir ki, söylemleri şehvete ve savaşa dönüktür. Orda bir trajedi kaçınılmazdır; çünkü trajedi, selamsız harflerin çocuğudur. Promete’nin tanrılardan ışık çalarak insanlığa armağan edişine, tanrılar savaşla karşılık vermişlerdir. Bu nedenle Batı edebiyatı savaş ve şehvet edebiyatıdır.

Bizim sistemizde bu yoktur. Her insan selama ulaşmış bir harf, Hz. Peygamber, harflerin alfabesidir. Kur’an, Allah’ın kalemi ile bu alfabeden oluşan bir Kitap’tır. ( Yaşayan Kur’an ) Böyle olduğu için bütün insanlığın kitabıdır. Batının alfabesi tamam olmadığından, onlardan bir insanlık kitabının çıkması mümkün değildir.

O, Mirac’a davet edilendir. Orda “ Gözü kaymayan”dır. Orda O’na, bütün harfleri insanlık cümlesine dönüştüren “ Namaz “ hediye edilmiştir. Promete gibi tanrıların gazabına uğramamış, Allah’ın sonsuz rahmetine gark olmuş ve ümmetine de namaz ( ebedi ışık ) armağanı ile dönmüştür.

Namaz, edebi bir metindir. Her mümin birer harf gibi sıra sıra namaza durur ve müminler cemaat cümlesi oluştururlar. Bu cümleler Allah’ a sunulan bir dilektir ki, içinde harf harf insan saklıdır. Renk renk cemaat cümleleri bir araya gelerek İslam Medeniyeti’ni meydana getirirler. Namazın olmadığı yerde İslam Medeniyeti’nden söz edilemez.

Harf harf namaza durmayan insanlardan oluşan insanlık kitabı ve bu kitabın her türlü açılımı olan düzenler, sistemler, ideolojiler karanlıktır, yol vurucudur. Güneş yok olduğunda, müminin kendisi nurlandığında safın dışında kalanlar bu karanlığı bizzat yaşayacaklardır.

Namaz, nizamdır, nazımdır, insanlığın şiirsel duruşudur. Müslümanlık metni namaz cümlelerinden oluşur. Namaza duran insan kitaplaşır, Kur’an olur.

Dedik ki her insan bir harftir. Bu harflerin sıralanmasıyla insanlık kitabı oluşuyor. Her kitabın bir yazarı mutlaka vardır. İnsanlık kitabının yazarı kimdir? İşte o Allah’tır. İsteyen bu kitaba bir harf olur ve Kur’an olarak ortaya çıkar, isteyen de bu kitabın dışında kalarak arpa, buğday, saman olur.

Gönül testinden geçmemiş harflerden edebiyat metni çıkmaz. Ya, iman testinden geçmemiş insanlardan insanlık metni nasıl çıksın? Anlam ilişkisi olmayan milyonlarca harf bir araya gelse, hiç kimse böylesine bir karmaşayı okuyamaz. Fakat bir de şu üç harfe bakınız: AŞK! Anlam ilişkisi bulunan bu üç harf ise, dünya durdukça insanlığı sarsmaktadır.

Edebiyat işte budur: Anlam ilişkisi bulunan harfleri yan yana dizerek insanlık yoluna ışık tutmaktır. Edebiyat, harflerin kıyamıdır. Böyle olduğu için hep var olacaktır.


-alıntı-
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Hayat bir ağaç gölgesinde bir saatlik uyku gibidir.”


Şerefle bitirilmesi gereken en önemli ve en ağır vazife hayattır bence. İnsanın iznine tabi tutulmaksızın ona bahşedilen bu cevher, acaba kaç kişinin elinde iyi bir sonla bitmiştir? Bu küçücük şeylerden oluşan demet, kaç kişiyi kokladığında mesut, bahtiyar etmiştir? Silgi kullanmadan resim çizme, kalem kullanmadan yazı yazma sanatını kaç kişi, hakkı ile icra edebilmiştir? Ve kaç kişi, özüne ve verdiği sözüne uygun olarak kanatlanmıştır ukbaya?...

Zamanın ve zeminin kayganlaşıp ayakta durmanın gerçekten güçleştiği zamanımızda, hayatını iyi anılarla doldurmuş, merdivenin basamaklarından çıkarken karşılaştıkları insanlara, inerken de karşılaşacağını düşünerek iyi davranmış, onu bir hikaye olarak değerlendirip, uzun olmasından ziyade, iyi ve doğru olması için çırpınmış, herkes hayatın kısalığından şikayet ederken, her anını ilmek ilmek işlemiş, gergef gergef dokumuş, “nimetlerine” kavuşunca fazla sevinmemiş, “mihnetlerine” tutulunca da fazla müteessir olmamış, insana emanet olarak verilen bu değere ihanet etmemiş, mücadelesiz geçen kişilerin hayatının, tabutun tahtası çürümeden esamesinin okunmadığının farkına varmış insanları, iyi örnekler olarak, bulup ortaya çıkarmak, “idol” olarak sunmak herkesin görevi olmalı değil midir?

Aslında değer verilmesi gerekenler varken; değer, başkalarının elinde oyuncak olmuştur. Hayal edilen, özenilen, yakalayabilmek adına canlar feda edilenler, gerçek anlamda olması gerekenler olsaydı; toplum olarak maruz kaldığımız hastalıkların tedavisini de aramayacaktık. Utanmak, saygılı davranmak, kalp kırmamak, herkesi sevmek, özür dilemek, kötü alışkanlıklara bulaşmamış olmak gibi önemli insanların yapabileceği meziyetler, bir bakıyorsunuz, kendilerini toplum mühendisi yerine koymuş ucubeler tarafından alaya alınıyor, küçümseniyor, insanlara olumsuz örnekler olarak sunuluyor. Baş tacı olarak bakılması gerekenler; ayaklar altına alınıyor. Bu ülkenin güzide insanları zenci muamelesine tabi tutuluyor.

Hayatı kaybetmekten daha acı olan; yaşamanın, anlamını kaybetmesi değil midir? Hepimiz daha iyi, mutlu, kalkınmış, çağdaş olarak yaşamak istiyorsak, içimizdeki veya içimize sokulmak istenen kötü düşünceleri yıkmamız gerekmektedir. Bizi tüm renklerimizle, tüm desenlerimizle, tüm değerlerimizle, tüm fikirlerimizle tarihin çöp sepetine atmak isteyenlerin oyunlarını daha ne zaman fark edeceğiz? Evlerimize kadar girmiş olan iletişim araçlarından bize uygun olanlarını seçip, uygun olmayanlarını protesto etmeyi ne zaman öğreneceğiz? Ve kendimizi çağın kilometrelerce önüne taşıyabilecek ilimlerimizi ne zaman çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden öğreneceğiz ve bunu en öncelikli görev olarak bileceğiz? Paranın köleliğine isyan edip, özgürlük bayrağını en önde taşımak için ne zaman yarışacağız? Kurtarıcı beklemenin ham hayal olduğunu, hepimizin ancak birleşerek kurtulabileceğini ne zaman fark edeceğiz? “Birlik her kuvvetin üstünde bir kuvvettir.”, deyip ayrılık ve aykırılık tohumları serpmeye çalışanları ne zaman boğacağız? Geçmişte görüldüğü gibi sömürmeden, ezmeden, yağmalamadan tarih yazmaya aday bir toplum ne zaman olacağız?

Ey yolcu?.. Artık pineklemekten, atalet göstermekten, korkaklıktan, cahillikten kurtulmanın zamanı geçmiyor mu sence? Daha hangi zamanı bekliyorsun? Senin asıl vazifen tüm dünyayı bir gül bahçesine çevirmek değil miydi? Hayatım bitti bitmek üzere; artık: “Çocuklarım yapar.” düşüncesini derhal terk et! Bir eline sevgi, bir eline kardeşlik kılavuzunu al. Emin ol, senin önünde dünyanın en kesif zinde ve derin güçleri bile duramayacaktır.

Aldığımız her nefesin ne kadar önemli olduğu düşünerek attığımız her adım, bize hayatın ne kadar anlamlı oluğunu hissettirecek; ölümden sonraki hayatın inşasını, en ince teferruatına kadar yaptıracak, geçen zamanı sevgiliyle buluşma anı olarak kabul edip bir an önce bitmesi için dualar ettirecektir. Her seste, her nefeste, her renkte, her adımda, her harekette hayatın aktif öznesi olacak olanlar, davranışları ve yaşayışları hayretler içinde gözlenenlerdir. Onlar, hayatı yeniden anlamlandırma gibi ağır bir sorumluluğun altına hiç çekinmeden giren, alnından öpülesi yiğitlerdir...

Yazar Kazancakis, bir ihtiyara: “Neye bakıyorsun?” diye sorduğunda, ihtiyar adam gözlerini akan sudan ayırmadan şu cevabı verir:

- Hayatıma oğlum, akıp giden hayatıma.

“Hayat bir ağaç gölgesinde bir saatlik uyku gibidir.” hala ne duruyorsun, bak seni bekleyenler var...


Hayat, bir gecelik düşe benzer,
Hayat, sahte gülüşe benzer,
Hayat, ölmeden ölüşe benzer,
İnanma söylenen yalan şarkılara...

Hayat sahile dönmeyen sandaldır bence,
Hayat, sabaha maşuk gecedir bence,
Hayat, dudakta titreyen hecedir bence,
Yanılma, her günü parlak ışıklara...

(Zekeriya Efiloğlu)
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Dostluk, sevgisi sönmüş şu çağda kıymetini bilmediğimiz değerlerden biri... Tıpkı sevgi, inanç, kardeşlik gibi... Sağlık gibi, şükrünü hakkıyla eda edemediğimiz nimetler gibi...


Kıymetini bilmediğimiz, hatta öyle ki arayıp da bulamadığımız bir değer dostluk...



Önceden “Dost bulmak kolay, önemli olan o dostu kaybetmemek” derken, artık bu söz “Dost bulmak zor, onu kaybetmemek, dost kalabilmek daha da zor” şeklinde hayatımızda yankılanır oldu. Çünkü artık menfaatlere endeksli ilişkilerimizde güven duygusu tarumar oldu. Oysa menfaatlerin olduğu yerde hangi güzel duygu, hangi değer varlığını sürdürebilir ki?..


Gerçek sevgi ve dostlukların olduğu yerde menfaatler olur mu hiç?


Tabi ki bu güzel değerlerin bulunduğu yerde “ben” diye feryat edenlerin menfaatlerinin bulunması mümkün değil. Çünkü dostluk “ben” değil, “biz” diye feryat eder. Çünkü dostluk paylaşmaktır. Sevgiyi, mutluluğu, sevinci, acıyı, kederi, hüznü paylaşmaktır. Aynı bardaktan suyu paylaşmak, bir ekmeği ikiye bölüp paylaşmak, sevgi dolu bir yüreği paylaşmak, aynı fikri, aynı zikri, aynı davayı paylaşmaktır dostluk.


Dostluk hiçbir karşılık beklemeden paylaşmak, hiçbir karşılık beklemeden verebilmektir, sende ne varsa dostuna...


Tıpkı Hz. Ebu Bekir gibi dostuna, dost bildiğine kendini adayabilmektir. Dostluk, Ebu Bekir’in Rasulullah’a (s.a.v.) muhabbetindeki yegane sırrın adıdır. Dostluk, Medine’ye teşrif eden Rasulullah’ı misafir etmede yarışan ensar heyecanının adıdır.


Ve bütün bu vefakâr davranışların temelinde bulunan en yüce dosta dost olabilmek arzusu, İbrahim Halilullah makamına ulaşabilme gayesidir dostluk...

Dostluk saygı, sevgi senfonisi içinde edebin baştacı olduğu, özveri, fedakârlık ve bütün güzellikler adına ne varsa harmanlanıp gönülden gönüle sunulan en güzel senfoni ve ashab-ı suffe kardeşliğinin günümüzde yankılanışını bulan kutlu bestedir. Eğer ki, bugün bu kutlu bestenin yankısını gönüllerimizde duyamıyorsak, asrı saadetin altın sayfalarına altın harflerle kazınmış bir hazine olan ensar ve muhacir kardeşliğini, dostluğunu kavrayamayışımızdandır.

Dostluk, bizden olmayana, bizim gibi düşünmeyene yüreğimizin kapılarını kapamak değil, hataları olanları hatalarından dolayı yalnız bırakmak değil, günahları olanları kendi terazimizde yargılamak değil.


Dostluk bizden olmayana bizdeki güzelleri gösterebilmek, bizim gibi düşünmeyenlerin de düşüncelerini dinleyebilmek, hataları olanlara yanlışlarını gösterebilmek, günahkâr olanlara “Gel beraberce, tevbe edelim, bir daha dönmemecesine.” diyebilmektir.


Dost, dostlar, günahıyla sevabıyla bizden olan, gönül bahçelerimizin kapılarını sonuna kadar açtığımız yegane insan veya insanlar...


Dostlar ırmak gibidir. Kiminin suyu az, kiminin çok. Kiminde ellerin ıslanır yalnızca, kiminde ruhun yıkanır boydan boya...


Evet dostlar ırmak gibidir. Kiminde ellerimiz ıslanır, kiminde ruhumuz yıkanır.
Ya biz, bizler nasıl dostuz? Dostlarımızın sadece ellerini mi ıslatıyoruz, yoksa ruhunu yıkayabiliyor muyuz? Eğer ki dost dediğimiz insanı herşeyi ile kabul edebilmişsek, güzel yönlerine güzellikten bakabiliyor, hatalarına birlikte yanıp, birlikte ağlayıp, birlikte düzeltme yoluna gidebiliyorsak, dost acı söyler ama doğru söyler hoşgörüsüyle hareket edebiliyorsak ve kırılmadan, gücenmeden bütün açık yürekliliğimizle konuşabiliyor, birlikte dertlerimize çareler arayabiliyorsak, dostun ruhunu yıkayan ırmağı olabilmişizdir.


Hayatın bütün zorluklarına karşı bir cephede savaşan askerlerin edasıyla omuz omuza verebiliyorsak, karşımızdaki insanın derdi ile dertlenip, en ufak hüznünü, acısını, bütün azalarımızda hissedebiliyorsak, sevinçlerine kendi sevinçlerimizden daha coşkulu çığlıklar atabiliyorsak dostluk merdiveninin basamaklarından emin adımlarla çıkıyoruz demektir.


Dostluk ipek böceği hassasiyeti ile ezeli ve ebedi kardeşlik bağını örebilmek. Evet bu güzel değeri oluşturabilmek ipek böceğinin ipeği oluşturmasındaki hassasiyeti ister. Çünkü güzel olan herşey gibi değerli olan herşey gibi dostluk da zor iştir, hassasiyet ister.


Onun içindir ki, dostlara en güzel duygularla uzattığımız çiçeklerin ellerimizden kaldırımlara düşmesi ve dostlar tarafından çiğnenip geçilmesi kadar acı vermez hiç bir şey...

Onun içindir ki dost vurgunları kadar hiç bir şey kanatmaz insanoğlunun yüreğini...


Gelin dostlar, sevgisi sönmüş şu çağa inat dostlarımıza, dostluklarımıza sahip çıkalım.


Gelin en güzel duygularımızı yüklediğimiz bir tebessüm ile ilk karşılaştığımız dostumuza bırakıverelim can-ı gönülden...


Gelin yüreğimizdeki dostane sevgilerimizi söyleyelim dostlarımıza... En azından “Dostluğun için minnettarım” diyerek gönüllerinde meltem rüzgarları estirelim.
Gelin dostlarımıza dualar edelim gıyabında, Rahmanın bile geri çevirmediği, anne duası kadar içten dualar...


Gelin zahiri ve batini mesajlar gönderelim dostlukları anlatan...
Mesela “Dostluk ağlamaksa, yüreğindeki yası paylaşmaksa, üzüldüğünde sıcak bir kucaksa ve dostun için ateşe atılmaksa, dünya durana dek, bu ruh ölene dek dostumsun.” diye seslenen...


Mesela:


“Bizim ömrümüzde bir ırmak vardır.
Köpüklerinde hayallerimizi yüzdürdüğümüz
Bizim ömrümüzde dostlarımız vardır
Günlerimiz ayrı geçtiğinde üzüldüğümüz” diye hasretlerimizi ifade eden...

Gelin en çok sevdiğimiz, dostluklar adına söylenmiş bir melodiyi dostlarımızın gözlerinin içine bakarak bir kez daha terennüm edelim beraberce.

Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş
Dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş
Bu en güzel, en sıcak duygudur arkadaş.

Ortak olmak her sevince, her derde, kedere
Ve yürümek ömür boyu beraberce elele
Olmasın hiç, o ta içten gülen gözlerde yaş
Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş.

Evet arkadaş kim olduğumu, ne olduğumu
Nereden gelip nereye gittiğimi sen öğrettin bana
Ellerimden tutup karanlıktan aydınlığa sen çıkarttın.
Bana yürümeyi öğrettin yeniden elele.

Ve daima ileriye

Bir gün, bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile
Biliyorum hiçbir zaman ayrı değil yollarımız
Ve aynı yolda yürüdükçe gün gelir ellerimiz
Yine dostça birleşir ayrılsak bile kopamayız.

Mısralarıyla yeniden yankısını bulsun dostlarımız, dostluklarımız gönüllerimizde...
Dileğimiz o ki başta yüce dosta dost olabilmek.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Hayatin son kullanma tarihi varmi?


Tunnel_by_bucz.jpg


Hepimizin yaşadıklarımıza dair pişmanlıkları vardır. İtiraf ettiğimizde çok geç kaldığımız. "Keşke" dediğimizde, "keşke" demenin bile vaktinin geçtiği zamanlarımız. Bir anlık öfkeyle söylenen sözlerimiz. Başkalarına danışarak aldığımız kararlar, bunun neticesinde yanlışlıklarımız vardır. Daha sonra hata yapıldığı bilindiği halde, geriye dönemediğimiz için sancılarımız. "Eyvah ben ne yaptım." Diyemeyecek kadar altında ezildiğimiz fevri hallerimiz.

İnsanı ne kadar harap eder, ne kadar ezer bu durumlar. Bu ezilmişliğin altında da sadece bizim duyduğumuz çığlıklar kalır. Öyle bir sızı girer ki yüreğimize, acısı senelerce geçmez.

Yaşanan en ufak sorunda acı en ücra yerinden çıkıp, dikilir karşımıza. Başımız öne eğilir, kelimeler biter. Belki kendimizi suçlarız, belki bir kaç kişiyi. Suçlu kim olursa olsun, pişmanlıklarımıza sebep olanlar hiç bir şey olmamış gibi hayatını yaşarken, sancıyı yüreğine alan çeker. Birçok dost, arkadaş, sayısız sevenlerde olsa etrafta, pişmanlık girdi mi yüreğe acısı kolay kolay geçmez. Yaşadığımız en ufak bir sorunda "keşke o zaman şunu şöyle yapsaydım" der kalırız. Ne geriye dönebilir, ne geçmişten âna gelebiliriz. İki çarmıh arasına gider gelir ömür. Ne kadar kitap okunsa, söz dinlense, nasihat uygulanmaya konulsa da nafile, bir kere pişmanlık gelip keyfince kurulmuştur tahtına. Her anda batırır iğnesini, kekremsi bir tat alır yaşananlar.
Ve insan sonunda anlar: ağlamakta tek başına, gülmekte.

Geriye dönüşü olmayan her olay insanı perişan eder. Bu sebeple "Hayır- Evet" demeden önce iyice düşünmeli kişi. “Bu kararı vermemde sebep ne; korkularım mı gerçekler mi?” diye defalarca sormalı. Zira sağlıklı alınan her karar, seneler sonrada hatırlansa "iyiki öyle olmuş." dedirtir insana. En zor anda dahi sızlatmaz kişiyi.

Ama insan bazen ayrıntılarda boğulur. Korkularına teslim olur. Ayrıntılar karşısına geldiğinde korku silahlarıyla savaşır onlarla ve kaybeder. Kaybını yıllar sonra başka bir olayın için de fark edince, işte o an kayar gider elinden, benim dediği bütün sahiplikleri. Bardak yere düşmüş ve kırılmıştır artık. Ağlasa da boş, yalvarsa da ...

İnsan bazen yüreğini hiç bir yere sığdıramaz, kimselere emanet edemez. Onu her şeyden, herkesten saklar. Belki vermiştir de yere düşürülmüş, bir yerleri çizilmiştir. Bu düşmeden arta kalanlar bu kadar çekingen yapmıştır. Tecrübeler insanı olduğundan, istediğinden daha farklı davranmaya iter. Unutulan ise, hayat bazen gözü kara olmayı ister.

Ve insan fark eder ki: cesaretle korkaklık birbirine tıpatıp benzer.
"Ayı yavrusunu severken öldürürmüş" derler. İnsanlarda birbirinin kıymetini kaybedince anlar. Tam yitip giderken elimizden çok sevdiklerimiz, birçok sözler veririz. "Bir daha öyle yapmayacağım, bir daha bu şekilde olmayacak" diye. Belki gerçekten değişmişizdir, evet bir daha bu şekilde olmayacaktır. Karşımızdakini üzdüğümüz o olaylar tekrarlanmayacaktır. Ama bitmiştir artık. Kırılan bir bardak değil yürektir ve her şey incelikten kırılırken, bir yürek kalınlıktan kırılır. Fark edildiğinde yapılacak bir şey kalmamıştır. Pişmanlık. Yalvarsak ta, kölede olsak bitmiştir artık. Dal kırılmış bir kere, artık rüzgâr dinse de olur dinmese de..

Yarının, diğerlerinin kıymetini bilmek için bazen kaybetmek gerekir. Yoksa ne gelenin kıymeti bilinir, ne kazanılanın, ne verilenin, ne affedilenin.

Bazen kişi kendini çok güçlü hisseder. O kadar güçlü ki, hiç düşünmeden yakar her şeyi, her yeri. Sonra yaktıklarının en çok ihtiyacı olanlar olduğunu görünce, küllerin başında ağlamayı bile gurur sayar. Giderken daha hızlı koşar, yaşlar savrulurken etrafa.

Her birimizin ayrı ayı pişmanlıkları var. Ancak pişmanlıklarımızı itiraftan bile aciziz bazen. Gururumuzdan, korkularımızdan neler yitti hayatımızdan, ne başlamalara geç kaldık. Başkaları yüzünden ne keşkelerimizi düzeltme imkânlarını kaçırdık elimizden. Konumumuzdan, çevremizden, yada “nederler” demekten, bir özür bile dileyemedik.

Küçük korkular çekti yaşamımızın satır başlarını.
Ve hayat her olayda fısıldadı "son kullanma tarihim yok ey insanoğlu"

(Saadet Bayri)
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:08
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Ayrılıklar geceye benzer. Bütün yarınlar da sabaha can!

Geceye az kaldı. Ayrılık, gelini götürmeye gelen düğün alayı gibi kapımızda. Kimler ayrılmadı ki canından.

Ayrılığı, cennetten ayrılan Hz. Adem´e sor. Tufan´da oğlunu dalgaların pençesinde bırakan Hz. Nuh’a, Yusuf´u için inleyen Hz. Yakub’a, içindeki ejderle boğuşan Züleyha´ya, yüreğinin sesini susturmak için bileğiyle dağları oyan Ferhad´a, Şems için kavrulan Mevlâna´ya, binlerce evlâdını gurbete gönderen Anadolu´ya, en çok da Resulü´nü Medine´ye gönderen o kutsal diyâra, hasılı gidenin ardından bakıp kalanlara, ocak gibi yananlara sor.

Geride kalan, hep inleyendir ana misali, can! Giden hep yârdır, ‘can’dan ‘can’dır. Her şeyi alıp götüren de ‘o’dur, götürdüklerinin iki mislini geride bırakan da...

Giderken arkada bıraktıklarına son bir kere bakıp da öyle gitmeli insan. Yaşadıklarını, paylaştıklarını gönül heybesine yerleştirmeli. Paylaşılan andır, zamandır, dönüşü olmayandır. Paylaşılan hayattır can!

Vefâlı olmalı insan.

Vefâ, sadece ‘has’ların vasfıdır can! Nisyan -unutmak- ise ‘ham’ların... Bedene tutsak olmuş hoyratların nasibi yoktur vefâdan. Gönlümüzün kitabında; “Bize bir defa selâm vereni kıyamete kadar unutmayız.” düstûru kayıtlıdır. Biz dersimizi; “Kabrimize gelip, bir defa Fatiha okuyanlar kıyamete kadar bizimdir. İmânlarını kurtarmadan ölmesinler, ömürleri boyunca fakirlik görmesinler.” diye dua eden, hâlâ büyük bir vefayla Üsküdar´da dostlarını ağırlayan Aziz Mahmut Hüdâyî’den almışız. Nice vefâ kahramanının mânevî huzûrunda hürmetle, edeple selâma durmuşuz.

Dostlarını daima vefâ ile hatırla can! Arayan sen ol, bulan sen; tanıyan sen ol, kucaklayan yine sen. Kula vefâsı olmayanın Hakk´a vefâsı olmaz. Git ki, vefanın ter ü tâze hüküm sürdüğü yeni bir hayata başla... Haydi daha fazla durma karşımda. Kurşun gibi bir anda al, ellerini benden. Su gibi aksın ellerin ellerimden.

Yüreğini yüreğimde, gözlerini gözlerimde bırak da git. Beklemeden, bir kelime bile etmeden git. Canımı canımdan kopar da git.
Giderken son bir defa Hakk´ın selâmını esirgeme benden. Arkada kalanın gözü yaşlı olur, yüreği yufka, gönlü ince. Ben, içimdeki korla, bağrımdaki volkanla, öylece dağ gibi arkanda kalayım. Yapayalnız hecelerde kaybolan ben olayım. Sen sağlam adımlarla yarınlara yürürken, yıkılan ben olayım.

Yeşeren sen ol, sulayan ben. Bana saplansın paslı mızrakların ucu, sana dokunmasın. En çılgın isyanlarını, savaşlarını, sırlarını gittiğin diyarlara götürme. Kötüye dair ne varsa benim yanımda kalsın. Benim avuçlarıma bırak. Ben onları dua dua ak kanatlı kuş gibi göklere uçurayım. Benim payıma; ilâhî dergahtan, ayrılık sahillerinde anıların gönüllü bekçisi olmak düştü. Hak´tan gelene razıyım.

Sen geçmişi bana bırak can!

Vefa nedir, bilir misin? Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefâ; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefâ; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır. Şimdi ayrılık vakti can! Gecenin en karanlık vakti. Vaktin Yaratıcısı, az sonra geceden gündüzü doğuracak. Vakit gitme vakti, bizden aldıklarını gitmesi gereken yerlere iletme vakti...

Al can! Bu heybe senin. Sol yanımdan bir parça kopardım senin için; tâ özümden, tâ közümden...

Birazdan sabah olacak; yağmur yağacak... Ardından gökkuşağı, sonra güneşBirazdan bulutların ardından Güneş doğacak...”
Güneş bütün gecelerden güçlüdür can! Çünkü güneş vefalıdır, gizlemez sevgisini.

Vefâlıdır; en çok o getirir kâinata sevgilinin sesini, neşvesini. Yırtıp atar karanlığın kasvetli perdesini... En vefâlı delildir o sevgili adına...

Uğurlar olsun can! Yarasaların gözleri kamaşacak diye, Güneş doğmaktan vazgeçmez.”

En büyük vefâ, Hakk´a götürecek fırsatları yakalamaktır. Bulduğun her fırsatı zamanında değerlendirmektir. Sakın ha! Fırsatları
kaçırıp da, Kâlû Belâ´ya vefâsız olma! “Fırsatlar bulutlar gibidir, gelir ve geçer.” Sakın ha! Fırsatları kaçırıp da, kaybetme bedbahtlığıyla yok olma.

Vasiyetim olsun:
Vefayla kal can!
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst