Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Insan hayatina yön Verecek konular( Yazilar Dizisi.)

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0

Müjdeler olsun Yunus'un çiçekleri ile Anadolu'yu bürüyenlere...
mum.jpg


Çiçek olup açan , kuş olup uçan, rahmet olup yağan, bülbül olup konuşan, aşk sevdalısı, kardeşlik sevdalısı, birlik sevdalısı Yunus. "Bizim Yunus" Yunus Emre... "Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek" diyen, "Ben gelmedim davî için / Benim işim sevi işi" diyerek yüzyıllardır gönüllerimizde taht kuran Yunus. Bazen derviş olup karlı dağları aşan, bazen bir alp eren olup Anadolu'nun birliği için beylik beylik dolaşan ve bazen de garipler, yoksullar, yetimler için Yüceler Yücesi Mevlâ'ya el açan bir garip derviş Yunus ne olursa olsun eti kemiği aşk olan, rengi aşka boyanan, aşkı olmayan gönüller taşa benzeten, buram buram aşkla tutuşan bir eren Yunus... Adı gönülden gönüle ulaşan "Bizim Yunus"...


Yunus'u bilmek, onu tanımak gerek. Neydi Yunus'un çilesi? Gücünü nereden almaktaydı? Yığınla şair ve yazar gelip geçtiği halde, onun şiirlerinin asırlardır dillerde - gönüllerde dolaşmasının sebebi neydi? Daha da önemlisi Yunus'un çağları aşan mesajı nedir? Bunları bilmek gerekmez mi?


Yunus'un çilesi onu yakan ateşti. Bu yüzden olacak ki: "Yüreğimi aşk ateşi yaka gelmiş gider/garip başım bu sevdayı çeke gelmiş çeke gider" diyordu.


Yunus'u güçlü kılan, bağlı olduğu iradeydi. O öylesine güçlü bir iradeye bağlanmış ki, neticede yücelen insanlardan olmuştu. Çünkü o, Allah'ın iradesine tabi olmuş, O'na ram olmuştu.


"Suyum alçaktan çekerim / Dönüp yükseğe dökerim / Gördün ben neler çekerim / Derdim vardır inlerim" derken adeta gücünü nereden aldığını belirtiyor. Ve "Ben ayımı yerde buldum. Ne isterim gökyüzünden / Bana rahmet yerden yağar / Benim yüzüm yerde gerek" diyerek yücelişin yolunu engin gönüllü olmaktan geçtiğini anlatıyordu bizlere Yunus Emre...


Onun bu tevazu ve alçak gönüllülüğüdür ki, aradan geçen asırlar onun büyüklüğüne gölge düşürmemiştir. İşte bu yüzden Yunus dillerden düşmeyen bir şairdir.


Allah'ın gücü ve kudreti karşısında teslimiyetini açıkça ilân etmiştir. İnsan güçsüzdür. Derken onu yok saymamış, Allah'ın yardımı olmadan tek başına bir insanın nasıl çaresiz olduğunu söylemiştir.

Yunus'un bizden biri olması, ıstıraplarımızı kendisine dert edinmesi, inancını yaşaması ve davasına olan derûni bağlılığı onun eserlerinin bize kadar ilk günkü tazeliğiyle gelmesinin sebebi olsa gerek.


Yunus'un en önemli özelliği birlik sevdalısı olmasıydı. Anadolu halkını Hakka, kardeşliğe ve birlik olmaya çağırmış, ömrünü Anadolu beyliklerini birleştirmek için harcamıştır.


Ne mutlu Yunus'un mesajını işitenlere. Ne mutlu onun çilesini gönüllerinde duyup, yüreklerini bu sevda ile dağlayanlara. Kendisini tarihine, toplumuna adayanlara ve ne mutlu kalplerini dosta verip, Hakka doğru sabırla yürüyenlere.


Müjdeler olsun Yunus'un çiçekleri ile Anadolu'yu bürüyenlere...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
ax0712572dwds1.jpg

Küçükken hayatı çok eğlenceli sanırdım.

Koşarak, atlayıp, zıplayarak geçen o yıllarımda sanırdım ki; boyum uzarsa topa daha iyi vuracağım. Topun peşinden koşarken ve “gol” diye bağırdığımda sevinçten havalara uçacağım. Babamı köşede görünce kaçıp saklanmak zorunda kalmayacağım. Akşama kadar, hatta sabaha kadar oynayabilecektim.
Annemle gittiğimiz zoraki misafirliklerde, çocuklar için özel hazırlanmış kocaman sofra yerine, bana da özel bir tabak gelince çayın tadı bambaşka olacaktı. Elimde ince belli çay bardağı, evin en güzel koltuğunda oturmuşum. Evin sahibi, yada gelen diğerleri beni de öpüp, halimi- hatırımı soracak. Bende bilmiş bilmiş, büyümüşlüğün keyfini çıkarta çıkarta cevap verecektim. Düşünürdüm ki; bu kendimi görmek istediğim tek sahneydi.

Sanırdım ki; televizyonda izlediğim çizgi film kahramanlarının yaşına gelince, onlar gibi hep maceralara atılıp, sonrada izlerken “bende şunları yaptım” diyerek meraklanacaktım. Çizgi film izlemek o zaman daha güzel olacaktı. Özendiğim ve küçük olduğum için yapamadığımı sandığım, her şeyi yapma imkânım olacaktı. Yada annem -ne yapıyorum- diye ikide bir gelip, kontrol etmeyecekti.

Küçükken hep elimden tutulmuştu. Oysa tek başına yürümenin zevkini çok merak etmiştim. Sanırdım ki hiç kimseye ne yaptığımı söylemeden çıkıp gidince, herkese ve her şeye bir başka bakacaktım. Yaşam çok daha farklı görünecek, baktığım her şeyin duruşu değişecekti. Ellerim tutulmadan yürüyünce, daha bir güzel atacaktım adımlarımı. “Yürümek hiç bu kadar keyifli olmamıştı” diyecektim.

Sevdiğim kızın adını rahatlıkla söylediğimde mutlu olmuştu annem ve babam. Sanırdım ki; büyünce hemen evlenmeme müsaade edecekler, onunla bu evde yaşayacak ve hep oyun oynayacaktım. Ne güzeldi küçükken sevmek, oda beni seviyordu işte. Annesi jale teyze haftada bir kaç kez bize geliyordu. Oda biliyordu kızını sevdiğimi, yoksa izin verir miydi evcilik oynarken benim baba- Buse’nin anne olmasına?

Sanırdım ki; Biz büyüyünce yine böyle ele ele olacaktık. O zaman sevdiğim kızı rahatlıkla parka götürebilirdim. Bunun için kimseden izin almak ve yanımızda birini gelmesine gerek kalmazdı.

Salıncakta sallanmaya bayılan ben, mutlaka yanımda biri olmadan gidemediğim park. Karşıdan karşıya geçemediğim caddeler. Sanırdım ki büyünce parka tek başına gideceğim ve salıncakta istediğim hızlılıkta uçuracağım kendimi. Karşıdan karşıya geçmek için, birinin eline ihtiyacım olmayacak. Her an istediğim yerde, önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakıp kendimi karşı kaldırımda bulacağım.

Küçükken ne kadar çok benim olmasını istediğim ve başkalarıyla paylaştığım şeyler vardı. Büyüyünce her şey benim olacaktı. Benim odam, benim yatağım, benin dolabım, benim sabunum, benim havlum… Ve her sabah uyandığımda kim bilir ne kadar mutlu olacaktım. Benim olan şeylerin içinde.

Sonra bir gün baktım ki büyümüşüm.

Tek başına sokağa çıkabiliyordum ancak parklara gitmiyor, sadece önünden geçiyordum. Artık salıncaklara binmek o kadar eğlenceli gelmiyor, hatta ayıp sayılıyordu. Yürümeyi bile unutmuş geç kalmayayım diye ya araçlarda, yada koşturmaca içindeydim.

Artık tek başına yürüyordum ve tek başına yürümek hiç zevkli değildi. Yanımda biri olsun diye uğraşıyordum. Elini tuttuğum güvendiğim birine ne kadar da çok ihtiyacım vardı. Misafirliklerde elime gelen tabaklara bakamıyordum, fazla kilolarla başım dertteydi. Sevdiğim kızdan başka birçok kişiyi sevmiştim. Sevdiklerim değişmişti ama o heyecanı, mutluluğu bir daha kimsede ve hiçbir yerde bulamamıştım. Çizgi filmleri izlemiyor, bize göre olan filmlerde hep ağlatıyordu. Benim yaşadıklarımla, kurma yaşamlar birbirine hiç benzemiyordu.
Velhasıl küçükken yaşadıklarımın hiç biri büyünce olmayacağını, hiçbir tadın o anki kadar lezzet vermeyeceğini söylemediler.

Söyleselerdi büyümezdim zaten.


(Saadet Bayri)
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
12kn6.jpg


Gece, bir siyahlık değildir sadece... Yalnız olanların, gariblerin yorganı veya onlara bir ab-ı hayat çeşmesi...

Gece, yıldız yıldız gökyüzüyle öteleri işaret eden remiz...

Gece, öten bülbülleriyle, böcekleriyle sonsuzluğu terennüm eden adeta senfonik bir tablosu kâinatın...

Gece aşk kanatlarının ışık ışık açılıp, ötelere uçuştuğu ebedi iştiyakın alevlendiği bir demdir.

Gece, çöl gibi gönüllerin, iniltili feryatlarının hiçbir engel tanımadan yücelere ilettikleri; bir tünel, bir yoldur.

Geceler, bazen yarasa-misallere de mesken olur. Lakin onlar gecelerin kıymetini bilemezler. Sadece onu bir mağara gibi sığınak olarak telakki ederler... Toplumdan kaçanlar, insanlıktan nefret edenler gecelere sığınırlar bir dost gibi...

Fakat bilmezler ki, geceler maşukunu aşıkına kavuşturan bir vuslat demidir...


Zira en küçük bir sesten bizar düşecek olan asık gönlü, böylesine ıssız ve sessiz bir anı en güzel bir an olarak değerlendirecek. Ve sevgiye giden yolları takip ederek ona yanan yüreğini sunacak. Böylece kavrulan yüreğinde bir kaç parça defne dalı gibi yeşillikler belirecek bu vuslat hengamında.

Gayri geceler onun dostu, ve ona yol gösteren bir rehber olacak veya O'na, en sevgiliye giden bir yol, yolları açan bir anahtar...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Afrikali bir cocuktan mektup.


6436893.jpg

Ben,isimsiz bir çocuk,aç, incecik siyah tenli, narin kemikleri ve güneşten pişmiş öne eğik başlıyım.Daha doğmadan nefesim kokmuş,aç kalmış,annemin hasretler kokan avuçlarında dağ dağ,ova ova ,çölden çöle ısırgan rüzgarlarda savrulmuşum….

Ben bir kara çocuk en siyahından,en sevilmemişinden ve terk edilmiş hep hor görülmüşündenim.Bir çığlığım ben,sessiz renginde büyüyerek göğün yüzüne yükselen… İçinizi burkan, yüreğinizi olabildiğince kavuran bir çığlık ki,çarptıkça dağlara çiçekler kendiliğinden açar..Nehirler uysal akar,bütün rüzgarlar yönünü şaşırır,nazlı ve utangaç olur bütün karanfiller...Bilseniz öyle güzelim ki,bakmayın alnımı kapatıyor tenimin rengi,yoksulluğumun alın yazısı dokunaklı bir şiirdir ve akasya ciğerimde hançer,yazlarım yakan kızıl,kışlarım ak menekşe,ay gözlerimde tutulur ve ben bir kız çocuğuyum bir tel kıvırcık saçlarımdan uzayıp gider..

Bir çözülmedir dilimde yıldızlardan arta kalan ve dil lal,göz kör,kulak sağırdır,sesler boğaza kaçkın ve göründüğüm düşlerde feci ölümler mayalanır....Alın işte,tıkayın ağzımı burnumu kolayca ölmem öyle,gözlerimle alırım soluğu hem de en zehirlisinden. Lakin benim ki mevsimlerden yoksun bir iklim,ne kışlarım kış,ne yazlarım yaz,baharı çoktan yitirdik yaprak yaprak vakitsiz zamanlarda kırıldık ve ortalık yerde ruhum yokluğuna sebepler arar,sıtmalara tutulur,tifo, kolera yoksul hastalıkları bunlar,hepsi şu cılız bedenimi yoklar da geçer....

Kargalar tenhalığı sever,yaram çok derine iner,payıma hep hasret,hep yokluğun ağır yükü ve hep başka insaflara muhtaç olmak düşer.. Sonunda ahi mavisi bir öyküme olur ömrüm,yalan olur,dişi bir kelime olur biterim....
Merhamet duygularınız coğrafyamda sevgisiz bir çalıntıdır, hırslarınızın hırsızı olmak bile gelmiyor içimden, çünkü kor rengi manzaralara yenik düşer yoksul yüreğiniz ve hatta alışık kazanırsınız bu yerde git gide,her gün başka bir köşede tanık olduğunuz amansız ölümlere.....

Bir kahırdır coğrafyam,nereye gidersem gideyim hep aynı siyah güneş gökyüzünde,gece umursuz zifiri, gece çöl seraplığıyla örülmüş bir iniltidir..Rengini benden alır gece ve ötekisinde duvarında akrepler tırmanır sinsize..Güneş şemstir dilimde,ay kamer,yıldız seyyaredir bende,hilaldir şafak…. Her şafakta doğan benim,sonra bütün çölleri izleyerek batan kızıl bir güneş....
Dört yanım zulüm kokar, her yanım kabuk tutmaz bir yara..Masmavi gökyüzü, şu kanatan dünyam ve hayallerim, rengini benden alır....Düşlerim olmaz hiç avunacağım ve kahramanlarım da, kapkara bulutlar, ovuk ovuk yaşama sevincini benden zorla çalar.....

Sizin çocuklarınız dizlerinizin dibinde uyusunlar… Sokaklar korkutucu,sokaklar yeşil ölümler kusar,siz sevinçli vahşi benliğinizle günahkar,yoksa düşlerime benzer,kapkara yüreğinizin derinliklerinden gelen bunaltı canınızı mı sıkar?
Ben bir çocuk senin bıraktığın yerdeyim hala,geceleri ay korkutucu ve fırtınalara yakalanır gökyüzü....Yokluğuna inat,şimşek çakışmalarına sığınırım ve beni bıraktığın uzaklığa senin yenik düştüğün gün,ben var olurum işte,küllendiğim yerde..Kolay mı öyle dilsiz kesilip,bir tarih gibi süzülüp zamanın donduğu yerden beni bırakıp gitmek,şimdi bir şiir yaz ağaç yaprak açarken,bir şiir yaz ki içinde coşkudan eser,sevinçten keder ve umuttan gülmeler olmasın,bütün ezgiler acıya dönüşsün ve tek başına bırakılmış bir dal kurusu haykırsın döküldüğüm bütün mısralarında,halden anlayana……….


AllaHiNaDiYLa_akbabavecocuk.jpg


Bu sabah günler sonra karnımda açlığın korkunç dayanılmazlığı ile çıktım bir yola, giderim giderim yol bitmez,ben giderim ay biter,yıl biter ve sonunda işte böyle kırılıp düşerim güneşin koynunda,”ayaklarımın altında kayarak giden şimdiyi yitirerek”….Oysa çok değil bağırabilseydim sesim kulaklarında can bulacak kadar ötede bütün dünya koca bir yalan olmuş “açları doyuruyoruz!” diye şu arkamda duran hain pusu misali avaz avaz bağırmakta ...Ama kim inanır bu yalana,kim sığınacak bir yer arar coğrafyanızda...Gerçek olan,havada bir pusu kokusu var ve kuşlar da yere teğet uçuyor bu sabah,bir ilkel masumiyet gibi yanı başımda hayat bana acemi,ben hayata sonra gamzeleşir ölüm ben kucağında can veririm belki,ne olur al beni güneşiyle beni uçurumlara iten toprak!

Kendi coğrafyamın yakıcı karanlığından kaçmak istedim bu sabah.Kaçıp uzaklara,en uzaklar ve hatta ıssızlığına leş kargalar sinmiş,nice viran şehirlere varmak istedim.. Sert çehreli taşlardan,renkten ,korkudan ve bencillikten yapılmış bu tatsız tuzsuz dünyadan kaçmak geldi içimden bu sabah….Arkam sıra ölüm fısıltıları geliyor ve önüm dipsiz bir uçurum, gittikçe beni şu kocaman varlığımla içine çekiyordu inatla hayat….Ama bilmezdi ki şöyle kalbi yeşilinden atan değildi önüme çıkan,bilmezdi ki bu varlığım uzun uzun bakılması gereken bütün ayrıntıları deşilmiş,dokunulması gereken bir el değmemişliği değildi benim ki ve o bakışlarımla yoklaya yoklaya yitirdiğim onu....

İçimdeki yalvarmalar kör düğümdür boğazımda,bir türlü dönmüyor dilim,ben susuyorum o susuyor.Çıngırak konuşur, kuşlar konuşur,hatta dağlar konuşur,taşlar konuşur,şu odanızda bulunan duvarlar konuşur,ben konuşmaktan kesilmiş o inat edip susuyor ve sanki sırtını içindeki intikam duygusunun en tatlı parıltısına yaslamış,keyifle önümü ve arkamı resimliyordu..Yine kara bahtlı coğrafyamdır başımı omuzuna dayayıp öylece sonumu beklediğim,çaresizce....

Şimdi her yerden akıyor gün,suyun üstünde çekilmez esintiler bırakarak,rüzgarlara karışıyor kalbim,bir iklimi boydan boya okşuyorum ve kızıl kuşlar mahşer kalabalığı her yanımı usulca yoklar.Çocukluğum ise sisler içinde,bulanık bir yanılsamadır,ya da sisin orta yerinde yol alan varlıktan kopup çirkin bir yok gibi....

Ama yüreğimin bir yerinde usulca beslediğim dev gibi düşlerim vardır benim ve biliyorum bir gün mutlaka hesabımı soracak... Dağından,taşından,bir damla sudan,karınca yuvasına varıncaya kadar,mutlaka hesabımı soracak
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0


Bir martının kanadına takılı kaldı yüreğim


777px-%C4%B0stanbul_vapur_mart%C4%B1_eyl%C3%BCl2.jpg

Bir martının kanadına takılı kaldı yüreğim, bir kayıkla açılıp güneşe doğru yol almak istedim gün boyu. Bir gece vakti dolunayda, tek başına düşüncelere dalmak..

Dalgaların sesine karışmalı içimdeki sessiz çığlık. Rüzgar, yaprakları suyun üstüne ulaştırmalı bir de sevdaları.

Kaç kişi sessizce anlatmıştır sevdasını denize? Ve kaç kişi sırlarını paylaşmıştır bilinmez. Ama ben tüm sevda türkülerini dinlemek istiyorum denizin dilinden. Tüm gözyaşlarının suya yansımasını görmek. Belki aralarında kendi sırlarımı da bulurum diye. İnsanlar arasında kaybolmuş gönülleri fark edebilirim diye..

Martılar ne kadar da şanslılar, özgürce dolaşıyorlar gökyüzünde. Bir martının gözleriyle bakmak her şeye, ne güzel olurdu. Ne güzel olurdu maviye, özgürlüğe hasret duyanları görebilmek.

Ne çok şiir yazıldı adına, ne çok türkülerde geçti adın ey deniz!. Benimde türküm var mıdır derinlerinde? Yüreğimden kopup gelen cümleleri duyar mısın, söylemeden. Hisseder misin içine düştüğüm yokluğu. Yoklukla birlikte bulduğum varlığı..

Bir sabah vakti balıklarla karşılamak günü, dolunayın suya bıraktığı benliğini izlemek ne güzel..ve yıldızları izlemek ay kaybolduğunda.

Ne güzel denizi hissetmek içinde, deniz olmak ne güzel..


MARTILAR.jpeg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Susturulmus vicdanlarimiz.

Her günü aynı insanlarla geçen, her gün farklı olaylarla anlık heyecanlar yaşadığımız hayatımız... Tanımadığımız isimlerin karışmadığı, kahramanları sabit ama güzelliklerle dolu pembe hayallerimiz ve bize belki de her şeyden çok yaşama heyecanı veren, nerede nasıl karşılaşacağımızı bilmeden beklediğimiz küçük mutluluklarımız... Hepsi, belki de daha fazlası bizim...

Bu hayatta hiçbir zaman sahip olmadığımız eşyalar, bürünmediğimiz kişilikler yaşamadığımız olaylar da vardı. Hayallerimizde yer yoktu bize ait olmayanlara. Kendimizi hiç arkadaşları soğuk kaldırımlarda yatarken battaniyeye sarılıp uyuma lüksüne sahip bir sokak çocuğu olarak düşünmedik... Bu değildi bizim mutluluk anlayışımız.

Yeni insanlarla tanışıp konuşmanın zevk olduğu hayatımızda insanlarla tanışmadan konuşmanın ''abi bir mendil de sen al ne olur'' demenin adı yoktu. Önümüzdeki kışı nerede geçireceğimiz düşüncesi tedirgin etmedi bizi...

Çocukluklarını şehrin kalabalığında kaybetmiş olmaları mıydı onları bizden farklı yapan? Zayıf bel ve omuzlarına yüklenen ağır yükleri bizim kaldıramadığımız hafif yüklerden daha istekli kaldırmaları mıydı yoksa?

Tebessüm eden bir yüz görmenin mutluluğunu bizim duygusuzluğumuzda unutan gözleri yaşama sevinciyle parlamıyordu. Annemizin kollarında uyuyakaldığımız günlerde kendilerini kaldırımların soğukluğuyla avutan yüreklerin de bir insana ait olduğunu anlamamız zamanımızı mı almalıydı?

İnsanların sahip oldukları haklardan bihaber oluşları mıydı onları yaşadıkları hayata mahkum eden? Biz okullarımızda iyi bir eğitim görürken yaşıtlarımızın ekmek parası için çalışmasında değildi adalet. Bu kadarlık olmamalıydı sorumluluk anlayışımız. Onlar da insandı her insan kadar. Ne yapmamız gerektiğini düşünmek için zamana ihtiyacımız olmamalıydı, yarınlara umutla bakmalarını sağlamak bizi yoracak kadar zor değildi.

Uyuyan vicdanlarımız harekete geçsin artık. Onlara insan olduklarını hatırlatarak verelim haklarını. Gözlerinden isyan gözyaşları akmasın, bakışları yaşama sevinciyle dolu olsun onların da..akıllarını, o gece nerede uyuyacaklarını düşünerek değil; insanlık için ne yapacağını düşünerek yoracağı bir hayatı yaşama şansı tanıyalım onlara.

Yoksa susturulmuş vicdanlarımızı hayatın gerçekleri arasında ezilmiş yüreklerine tercih mi edeceğiz?..
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Yalnizlik.

2qg1oe0.jpg



Doğum ve ölüm tarihleri arasında var olan bir hayatın yorgunlarıyız. Yaşadığımız, bir garip yalnızlık hikâyesi. Etrafımızdaki yüzlerce insana rağmen yine kendimizi yalnız, çaresiz, kifayetsiz hissediyoruz. Bunca sınırlı arasında Sınırsız Olan'ı özledikçe büyüyor yalnızlığımız. Ruhumuzun vadilerinde gezinen yüzlerce insan dahi unutturmuyor, 'hesabı yalnız verilen imtihanımızı.' Aksine; her hikâye altını çiziyor yarımlığımızın.

Yalnızlık, yarım oluşumuzdur. Yalnızlık, 'yalnızlığın mahsus olduğu varlığa' duyulan özlemdir. Mecburiyettir. Alnımızda insan olmanın imzasıdır.

Yalnızlık , şaire
"Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı."

satırlarını yazdıran o müstearsız histir. O his ki; kalabalıklarda yaşanan bir tenhalıktır. Tenhalığımız, bize güç verebilir, gücümüzü de alabilir. Melankolik hisler içinde arabesk bir yalnızlığı tercih edersek, ruhumuz günden güne zayıflayacaktır. Ama mezarların neden tek kişilik kazıldığını düşünüp 'yegâne' olana inancımız artarsa yalnızlığımız bizi güçlü kılacaktır.

Sevdiklerimiz oldu, sevenlerimiz de oldu. Gidenler, dönenler oldu; gidip de dönmeyenler de. Doğanlar, ölenler oldu. Güneş bir görünüp bir kayboldu. Kayan yıldızlar dileklerimize umut oldu. En büyük hatamız, geçici olana 'her şeyim' demek oldu. Bir insan, bir eşya, bir mekâna 'her şeyim' dediğimizde, onu yitirmekle elimizde 'hiçbir şey' kalmamış oldu. Yürek coğrafyamızda yaşanmış onca devasa sevgi dahi hissettirmedi mi bize yalnızlığı? 'Bitimsiz bir tat aramadık mı savruluşlarda?' Kalbimizde dost yoğunluğunu en çok hissettiğimiz anda bile o anın geçici olduğunu bir an olsun çıkardık mı aklımızdan? Güzel anlar hiç bitmesin diye fotoğraf karelerine sığınmadık mı? Günde beş kez yalnızlığımızı itiraf etmedik mi? Avcumuzu açıp Tek Olan'a dua ederken, küçüklüğümüzden büyüklüğüne köprüler kurmadık mı?

Düştüğünde 'acımadı ki' diyen çocuklar gibi gizlemek istiyoruz acılarımızı. Düşlerimiz ipinden kopmuş balonlar gibi kaybolduğunda, bir kez daha anlıyoruz yalnızlık imtihanımızı. Kalbimizin özgül ağırlığını bir başka kalb taşıyamazken ve ancak gölgemiz kadar var olabilirken, bir başka kalbte nasıl beka bulabiliriz? Ve nasıl anlatabiliriz kendimizi, kendini dahi anlamamışlara? Bizi anlamayan insanlar arasında bir hayatın ardına düşerken, onlara kızmak, sınırlı oluşlarını yüzlerine vurmakta değil hüner. Asıl hüner, çaresizliğimizle onların çaresizliklerini birleştirip bir 'çare' bulabilmekte. Hiçbirimizin 'yağmur'u sözcük biçiminde uymuyorken birbirine, hepimizinkinin uyduğu bir üçüncü yağmuru bulmalı. Etrafımızdaki insan yoğunluğuna rağmen, ruhumuzun pergelini 'tek' olanda sabit tutup, insanlar arasında bir 'sınırlı' gibi yaşamalı.

İnsanların bizi anlamadığı anlar olur. Hattâ bizi tamamen yanlış anladıkları zamanlar da olur. En çok emeğimizin geçtiği, fedakârlık kapılarını sonuna kadar araladığımız insanlar, küçük bir noktaya takılıp bizi unutabilir. En çok ihtiyacımız olduğu anlarda en sevdiklerimizi bile yanımızda bulamayabiliriz. Ya da en güvendiklerimiz bizi şaşırtıp, kalbimizde çizikler olmasına sebep olabilir. Her kim, 'sürekli değişen' anlamına gelen 'kalb'e sahipse, sürekli değişecek ve hiçbir zaman tamamıyla 'güvenli' olmayacaktır. Hasılı bu dünyada insana dair ne varsa, hep bir yanı yarım ve bir yanı eksik kalacaktır. İnsan insana yetemez, ancak hayatına anlam katabilir, muhtaçlığını azaltabilir. Hayatın bütün karmaşası ve kalabalığı arasında hepimiz şahsî menkıbemizi yaşarız. Küçük hayatlarımız ve yalnızlıklarımız birbirine eklendiğinde kanaviçe misali, hal diliyle 'herkesin her şeyi' olan varlığı ifade ederiz.

Kimsesiz hiç kimse yok, herkesin var kimsesi.
Kimsesiz kaldım medet, ey kimsesizler kimsesi.

Bu yaşadığımız bir yalnızlık hikâyesi.
Elif gibi dik, elif kadar anlam dolu.
Yanına gelen her harfe hayat katmasından ziyade, kendi sırlarıyla iç içe...
Hüzün dolu ama mağrur bir başı var elifin.
Bir başına ama sırtını dayadığı güçten dolayı çok kudretli.
Kendi yalnızlığının farkındalığıyla birlikte 'Tek ve Bir' Olan Varlık'a ışık tutuyor.
İnsana düşen; kendi ruh rıhtımına çekilip, dışarıdaki seslerden uzaklaşarak 'yalnız'lığın şuuruna varmak ve içindeki sesleri çoğaltmak. Issız yerlerde kendi için bir evren olabilmek...
Ve bütün sözlerin üstündeki o büyük sözü bulabilmek...

-alıntı-
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu

Gecenin geç bir vaktiydi. İnsanların nerdeyse tamamına yakını uykudaydı. Bazı evlerin pencerelerinde televizyon ışığının yansımaları fark ediliyordu.


Uyuyordu insanlar; Ölü gibi... Uyumayanlar ise televizyon seyrediyordu, ölüm yokmuş gibi...



Ölümün kardeşi olan uykuya, ölüm hiç düşünülmeden yatılıyordu çoğunlukla. Ve hiç düşünülmeden uykudan kalkılıyor; gündelik hayat gerçeğin, sonsuzluğun, bekanın ta kendisi olarak yaşanıyordu. Ölümün yaşandığı evlerde bile, taziye için gelenlerin arasında, ölümü unutmak ve unutturmak istenircesine, ölüm hariç her şey konuşuluyor; ölünün en yakınları hariç mezardaki vücut soğumadan hisler soğumuş, her şey olağan akışına girmiş oluyordu. Çok değil elli yıl sonra, şu an gerçeğin peşine düşebilecek zihin olgunluğuna sahip insanların tamamına yakınının soluğu kesilmiş, üzerlerine toprak örtülmüş olacaktı. Duracaktı nefesler, damarlarda akan kan da duracaktı.

Ölümün gerçekliğini inkar edebilen hiç kimseye rastlamamıştım bugüne kadar, rastlamak da imkansızdı. Gerçekti ölüm! Ama yaşanan gerçek ile asıl gerçek örtüşemiyor, yalnızca gerçekler, asıl gerçekleri örtüyor, alıp götürüyordu.


Uyuyordu insanlar! Hisler dumura uğramış, uyuşturulmuş gibi hissizleşilmişti. İblis ise bu gafleti kalınlaştıracak, her türlü hileye başvuruyor, her türlü dikkat dağıtma tekniğini büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Üstüne üstlük, yalnız da değildi, insanlardan dostlar edinmişti kendine. Gaflet kalınlaşıyor, uykular derinleşiyor ve fırsattan istifade, şeytan malı götürüyordu. İblis, zamanı götürüyordu. Gerçeğe yönelmiş duyguları törpülüyordu.


Varoluş gerçeğini ve ubudiyet, kulluğu unutan insan, yeryüzünde kendini, kendi neslini helak etmek için düşmanı olduğunu fark edemediği İblis'e yardımcı olmaktan ise bir an olsun geri kalmıyordu.


"Çok uyanık olmamız şimdi elzemdir" diyenler ve insan kitlelerini peşlerinden sürükleyenler ne yazık ki en derin uykuda olanlardı.

Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan, paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmekteydi. En güzel hisler, kalpler, makamların mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu.


Zaman sınırlıydı. Düşünülmeden geçirilen zamanın ise yokluktan hiçbir farkı yoktu... İblisin dehşetli kıyımından yakayı kurtarmak için bu yattığımız ölümcül uykulardan uyanmamız gerekiyordu.


Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Kaybolan Düsler.

200416_4169.jpg


Nelerimizi yitirmedik ki? Belki sadece düşlerimiz kalmıştı geriye. Onlarda bizi bırakıp gitmedi mi? Aslında biz onları bıraktık. Daha önce bıraktıklarımız gibi...

Çoğu zaman düşüncesizce yaşadık hayatı. Yalnızca bize söylenenler ilgilendiriyordu bizleri. Şimdide durum farklı değil. Yine bir hiç gibi yaşıyoruz hayatı. Geride bıraktıklarımızı yine düşünmez olduk.

Böyle umarsızca, böyle pervasızca ve böyle vefasızca yaşamak çoğu zaman zorumuza gitti...

Güle kıydık, dala kıydık, bir tohum düşmüştü; ona kıydık...

Neydik ki biz? Ne olmamıştık ki? Ne olduğumuzu, nereye gittiğimizi ve nereye doğru ilerlediğimizi bile biz tayin etmiyorduk. Birileri çıkıp ‘‘ne olmamıştınız ki?’’ dediğinde, hiçbir halt olmadığımızı anladığımız zamanlar oldu. Çoğu zaman görmezlikten geldik yaşananları. Çünkü hayatı böyle körce, böyle yüreksizce ve böyle haylazca harcamak çoğu zaman zorumuza gitti...

Neye karşı nasıl sevdalanacaktık ki? Neye sevdalanıp, neyin kavgasını verecektik? Şimdilerde aptallar, asalaklar, manyaklar güler oldu halimize...

Ağlarken gördüğümüz arkadaşlarımızın derdine ağlamak gibi bir niyet hiç taşımadık. Aslında en yakınımızda olanlara bile en uzaktık.

Belki de hep bir liman aramakla geçti ömrümüz. Hani bazen sığınacak bir liman aranır ya, işte aynen öyle oldu. Hayatı kimsesiz bıraktığımız için kime sığınacağımıza bile şaşırık olduk. Halbuki kendimizi bir liman görebilirdik. Olmadı!

Aslında hep minnetsiz yaşamak istemiştik. Ama o da olmadı!

Bir mevsim gibi yaşayanlara şahit olduk. Kıskanıyorduk çoğu kez onları. Çünkü biz hiç mevsimler gibi yaşayamadık. Yaşadığımız mevsimler bile olmadı.

Bir ağacımızda olmadı. Yapraklarda bunalımlarımızı görüp savurmak istediklerimizi de savuramadık. Ve çoğu kez altında oturmak istediğimiz bir ağacın dallarını çekemez olduk. Aslında bir çiçeğimizde olmadı. Büyütemedik yarınlar adına onu. Biliyorduk ki, yarınsız yaşayanlar yarınlar adına bir çiçek dahi büyütmek ister. Aslında biz, insan varlığında insan yokluğu yaşadığımız zamanlarda bir ağacı, bir çiçeği mabet yapmak istemiştik. Ne yazık ki, gevezeliğimizi dinleyecek ne bir ağaç, ne bir çiçek bulabildik. Konuşamadıklarımızı yine konuşamadık!

Bazılarının bir çok şeyi vardı. Biz ise hiçlerle meşgul ettiğimiz o koskoca hayatı dangalakların sahte zafer sarhoşluğunda dilim dilim parçalayıp, harcadık...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Kardelenlerimiz.

Oturmuş, konuşuyorduk bir dostumla.
Uzun zaman olmuştu onu görmeyeli...
Baharın verdiği bir yorgunlukla, sandalyede durmaya çalışıyordum.

Çok koyu olmayan bir sohbete dalmıştık. Havadan su dan misali...
Oturduğum yerden, bir kameraman gibi, gözlerimi dolaştırıyordum odanın her köşesinde. Sol tarafta, kiremit renkli kitaplık duruyordu. Kitaplığın üst rafında, bir kaset kapağı ve ön yüzüne basılmış bir resim...

Uzaktan seçememiştim tam. Sandalyemden kalkıp baktım. iki veya üç kız çocuğu, okul önlüğüyle gülümsüyor fotoğrafta...ve yanı başlarında Sezen Aksu var...

Eğitime destek için yapılmış bir kaset olduğu, her halinden belliydi...
Bir ara klipini de seyrettim yanılmıyorsam.
Kasedin ön yüzüne yazılan şu isme takıldı aklım:

"Kardelen..."
Bu, bir çiçek ismiydi...
Bildiğim sadece bu...
Neden bu isim ...? "Kardelen..."



Beynimde dağınık kelimeler gibiydiler sanki...

Kız çocukları...
Kardelen...

Ertesi gün belli belirsiz bir zamanda, bir mucidin bir deneyi anlamaya çalışması gibi geliverdi aklıma birden o kelime, kelimeler...

"Kardelen..."
"Kız çocukları..."

Masamda duran bilgisayarıma geçip kurcalamaya başladım Kardelenin anlamını. Altında şöyle bir not yazılmıştı:

"Karların arasından fırlayan çiçek"

Sarı çiçekleri, karnabaharımsı gövdesi ile bütünleşmiş güzel bir görüntüsü vardı...
Lalenin sarısı, papatyanın beyazından çalmıştı sanki...
Bir anda geriye gittim...
Beynimin içinde kümelenen, dağılmış kelimeleri yan yana getirmeye çalıştım sonra...
Kapaktaki kız çocukları...
Kardelen çiçeğini...
Kardelen çiçeğinin anlamını... Aralarındaki ilişkiyi...?

Beynimde karışık duran bir üçlü gibiydiler...
Bir zincirin dağılmış halkaları gibi yan yana getirmeye çalıştım onları sonra...
Bulanık, karmakarışık imgeler hayat buldu sanki beynimde birden!

Şimdi anlamıştım...

Demek zorluklarla okuyamayan, okutulmayan kız çocukları kardelene benzetiliyordu.

Karların , dağların, çayların, ırmakların ve hayat koşullarının gerisinde kalmış, ama buna rağmen okumaya çalışan, okutulmaya çalışan kız çocukları...

Kardelen... Karların arasından fırlayan çiçek...
Kardelenler...Bizim kardelenlerimiz...

Doğru ya ! ne kadar da kardelenlerimiz vardı böyle; dağların, ırmakların, çayların, gerisinde... karların, zorlukların arasında sıkışıp kalmış...

Düşünürken... Yırtık ayakkabısı, dağınık kirli saçları, sökük giysilerle;
Hayata geriden bakan, biraz da şanssız kız çocukları geliveriyor aklına insanın...Çalı taşıyan, su taşıyan....

Sanki bir başka dünyanın insanı gibi tıpkı...

Yaşıtları, akranları kalem tutarken; onlar, değnek tutuyorlar...
Yaşıtları okuma yazma öğrenirken; onlar; çalı taşıyorlar, su taşıyorlar kuyulardan ...

Onlar hayata direnmeye çalışıyorlar... Kendimizin bile ürktüğü hayata ...
Onlar hayata direnmeye çalışıyorlar... Doğaya...
Tıpkı kardelenler gibi...

Ne çok kardelenler var oysa...

Bir tek sarı çiçeği, hayata tutunacak gövdesi olmayan...

Ne çok kardelen...?



transfer4ef0dfec4ee8b37dby.jpg



kardelen.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Ömür Dediğin

Bir insan ömrünü neye vermeli

Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yolda kalan da bir yürüyen de bir
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
(Yöre: sivas)


“Bir insan ömrünü neye vermeli”, diye soruyordu türkü.

Ömür bir anlık. Dünya bir ümit sarayı. Asude gönüllerin hiç gitmeyeceği, ömrün hiç bitmeyeceği bir sarp kale sanılır. Hep yüzünden düşünülür ömür... Tasavvurları bir hayale düşene kadar, rüya bitene kadar, gül solana kadar bu geçici bahar. Ömür, bir denizaltı olan biçare gönüllere bir anlık, geçici bir heves. Bir kutsal emanet ömür dediğin. Huzur limanına yürüyen bir nazlı peri. Öylesine muhayyel. Öylesine sır. Çağlardan çağlara yürüyen bir yolculuk.

Ömür,rüzgar yeleli bir at, ışık hızında bir kanat, göklerin en fevkine iltica eden bir umut merdiveni... Bir ilkbahar meltemi tomurcuk devşiren, bir kasırga, kökleri yere çekilen çınarları deviren. Ömür, rahvan bir at hayatın kadranında ırgalanan...
Ömür, bahardan kışa doğru yürüyen bir seyyah mevsim mevsim.
Ötelere varmak için sora sora yürüdüğün...


“Harcanıp gidiyor ömür dediğin” diye en büyük gerçeği biliyordu türkü...

Ömür hüzzam bir şarkı gibi dudaklarda acı bir tad bırakan bir mevsimlik gülümseme. Ab-ı hayat çeşmesi, bir hayal, mahmur gönüllere. Mühlet bittiğinde itiraz zamanının bile olmadığı kör ve sağır bir an, anların ötesinde. Bir yolculuk, göklere uzanan merdivenlerde. Ömür,bir kâdim hikayedir söz aralarında. Zamanın terkisinde eriyen bir mum, sofyan şarkıların esrarlı nakaratıdır hüzzam şarkılar çalan...
Ömür, terk-i dünya zamanı bırakılan, aldatıcı bir sürur...
Hayat merdivenini sıra sıra yürüdüğün.


“Yolda kalan da bir, yürüyen de bir” diyordu türkü.

Yolda kalanın da yürüyenin de ser a ser tattığı, zaman zaman unuttuğu bir emanet, ömür dediğin. Hüznün yaslandığı, umutların yol açtığı, sevincin fısıltıyla yanından geçtiği, bir derûn-u dildir ömür. Bir kelebek ömrü kadar sandığımız, bengisu pınarlarından medet umduğumuz, cilveli bir gül gibi baharlarda sunduğumuz, akıp giden bir Nildir. Ömür, bahar gibi geçip giden, muhayyel ufuklarda bir daha görülmeyen sincabi bir tüldür efkarımıza. Ömür, saniyeyi bile şaşırmayan, vakti geldiğinde saliseyi aşırmayan, som devlet kuşudur dallarımızdan çekilen.

Ömür, hazan vakti uzaklara göçen, mekan tutmaz bir göçmen, ufuklarda kanat çırpan... Ebedi bahçelere varmak için hürriyetine kavuşmuş bir azat köle...
Aşılmazı aşmaya yora yora yürüdüğün.


“Savrulup gidiyor ömür dediğin” diye söylüyordu türkü.

Dünya bir rüya ülkesi. Bütün oyunların beyaz perdesi. Takvim yaprağıyla tüllenen, gözleri buğulu dilber sandığımız. Hayta gülüşlü saatleri, hayatı aklımızın hesaplarından, lügatlerden çekerek, kalbimizin en ince yerinden O’na yürüdüğümüz, bir mahrem-i esrarımızıdır ömür. Söylenmemiş bir şarkıdır bestekarın mızrabında hiç çalınmayası. Kalu Bela şarabıyla mest olduğumuzdan, kendimizden geçtiğimizdendir bu savrukluğumuz... Bütün arzular, elemler, sevinçler yalan. Zamanın sarkacına düşmüş ömür, yalan... Bir zan bütün yaşadıklarımız. “Geldik gidiyoruz” diyen türkünün sözlerinde bütün gerçek. Gerisi yalan.
Belalı suların kıyısında unuttuğumuz bir gemi ömür...
Yüreğimiz ser a ser bir harabı-ı diyar, yara yara kördüğüm.


“Bir insan ömrünü neye vermeli? diye soruyordu türkü.

Bir insan ömrünü ötelerin rüzgarına vermeli. Alıp götürmeli tatlı bir nesim, ömrün şafaklarını. Gurup vaktine sevinmeli, hüzünlü yürekler bir gün daha bitti diye sevinmeli. Sevgiliye varmak zamanı geldiğinde düşülmeli yollara nalınsız, namsız. Ömür testisi şefkat, merhamet, sevgi yağmurlarıyla dolmalı. Ömür hesaplı harcanıp, hesaplı yaşanmalı. Ömür bir sermaye ötelere gitmek için. En sevgiliye varmak için. Ömür, akıp giden bir pınar testilere dolmayan...
Ömür, ötelere varmak için tüm aşılmaz dağları kara kara yürüdüğün...
Hayat merdivenini sıra sıra yürüdüğün.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
1111 Olabilmek.

Rivayet o ki, Napolyon o ünlü Prusya seferinde zafere ulaşm ış, Prusya ordusunu mağlup etmiş.

Rivayet o ki, Napolyon o ünlü Prusya seferinde zafere ulaşm ış, Prusya ordusunu mağlup etmiş, karla kaplı ovada ufka doğru bakmakta, muhtemelen zaferini hissetmeye çalışmaktadır.

O sırada, uzaklarda beyazlar ortasında bir şeyin hareket ettiğini farkeder. Dikkatle bakınca, bunun bir Prusya subayı olduğunu anlar. Prusya üniforması giymiş subay tüfeğiyle karda bata-çıka yürümektedir.

Yenilmiş, bitmiş, esamisi okunmayan bir ordudan geriye kalan tekbaşına bir asker!

Adamlarına emir verir Napolyon, Prusyalı askere seslenmeleri için. Fransız askerler bağırırlar:

"Herşey bitti! Ordun yenildi! Prusya yok artık!"

Prusya subayı önce bir kurşunla cevap verir. Sonra da kurşun kadar keskin şu cevabı yankılanır ovada :

"Ben varsam, Prusya var!"

***

Ne zaman "bir olmak" konusu açılsa, kulağımda Prusya subayının cevabı yankılanır:

"Ben Varsam, Prusya var!"

Biraraya gelmek, bir olmak, elbirliği yapmak, birleşmek gibi gönül okşayıcı hedeflerimiz hiç eksik olmaz.

İki 1'in biraraya gelip 11, dört 1'in omuz omuza verip 1111 olması gibi, biz de omuz omuza gelebilsek toplamımızdan çok daha fazla kuvvet ve berekete sahip olmayı hedefleriz.

Hedefimiz doğru ve mümkündür, lâkin arzu ettiğimiz ölçüde başaramayız 1111 olmayı. İdeal ölçüde bir araya gelemeyiz, omuz omuza veremeyiz. Bir düşünürün dediği gibi, bir araya gelmek güzel, birlikte çalışmak daha güzel, ama bu birlikteliği devam ettirebilmek en güzelidir ve asıl başarı budur.

Bir araya gelsek, birlikte çalışmak ve hizmet etmek kolay değildir. Birlikte çalışabilsek, bunu sürdürebilmek daha da zordur. Araya ihtilaflar, kıskançlıklar, rekabetler, ayrılıklar girer. Hak yolun yolcularını en fazla yaralayan hususlardan birisidir bu. Birbirine kenetlenen eller bir bakarsınız gevşer ve ayrılıklar başlar, güçler dağılır.

Çok nedeni vardır elbette 1111 olamayışımızın veya bu hali sürdüremeyişimizin. Ama bana sorarsanız, en önemli sebebi yüzyıllar öncesinden o Prusyalı subayın haykırdığı hakikattir. Subay, bize, 1111 olabilmeyi isteyenlere önce şu dersi verir:

"Önce hakkıyla '1' olabilmeyi başarmalısınız. Tek başınıza bile kalsanız, davanıza sahip çıkmalısınız. 'Ben varsam, davam var! Ben varsam, inandığım herşey var!" diyebilmelisiniz!"

Bu, önce 1 olmanın hakkını verebilmektir. Bir 1'in yanında sıfır olmak değil, kendi 1'liğinden veya benliğinden vazgeçip omuz omuza verebilmektir. İncelikler insanı Bediüzzaman'ın, bir 1 ve yanında üç 0'dan değil, dört 1'den bahsetmesi boşuna değildir.

Çelişkiler çağında yaşıyoruz. Bir taraftan, benlik ve ferdiyetçilik zehri dört koldan zihinlerimize, kalblerimize aşılanmaya çalışılıyor. "Herşeyden önemli olan sen'sin" deniliyor. "Çıkarların, hazların ve amaçların için herşeyi feda edebilirsin."

Diğer taraftansa, her nedense, türlü türlü örgütlenmelerde ve yapılanmalarda ferdiyetimiz âdeta sıfırlanmaya çalışılıyor. Dahası, hak yollarda ihlas ya da sadakat insan benliğinin ve ferdiyetinin ortadan kaldırılması zannedilebiliyor.

Halbuki, ihlas havuzunda benliğini eritebilmek, kendi bağımsızlığından vazgeçip diğer 1'lerin hizasında durabilmek, fert oluşundan vazgeçmek veya şahsiyetini ortadan kaldırmak değildir. Olamaz da. İfrat, kendi benliğini ilâhlaştırmak ve yalnızlığa mahkûm olup yoldan çıkmaksa, tefrit 1'i 0'layıp bir 1'in solunda etkisiz ve verimsiz bir hal almaktır.

Oysa, orta yol, 1'liğimizi ve ferdiyetimizi muhafaza ederek bağımsızlığımızdan, bencilliğimizden vazgeçmektir. Değil mi ki, havuzdaki buzun erimiş hali sudur, sadece biçim değiştirmiş halidir. Ve buz, suyun soğuk bencilliğin kurbanı olup katılaşması ve başka su kütlelerine yabancılaşmasıdır ve suyun bu anlamda bozulmuş halidir. Kısacası, buz suyun bencillik halidir. Bu halinden kurtulabilmesi için, daha büyük (bir havuz su!) bir kütleye ihtiyaç vardır.

Her buz kütlesi kendi bencilliğinden vazgeçerek havuzu kazanır; değil mi ki, 1111'deki birler kendi sınırlı miktarından geçip çok daha büyük ve bereketli bir miktarı kazanır. Hem kendi aslî haline, yani rahmet olan su haline kavuşur, hem de kendindekinden çok daha bereketli ve büyük bir suyun parçası olur.

Başka bir deyişle, ideal olan, ne buzu buharlaştırmak ne de 1'i sıfırlamaktır. Olsa olsa, hak yolda omuz omuza verebilmek ve ferdiyetleri koruyarak bereket ve ihlasa ulaşabilmektir.

Kısacası, ihlas, dava veya adanmışlık, benlik iddiası olmadığı gibi kendi ferdiyetini küçümsemek veya hakir görmek de olamaz. Uğruna hayatını veya canını feda edebileceği bir davanın bayrağını en son kendisi kalsa bile ayakta tutacağı sözünü vermek ve bunu gerçekten yapabilmektir 1 olmak. Kişilik sahibi olmaktır.

Gerçekten kişilik sahibi olanların birlikteliği 1111 olmanın sırrını ifşa eder. Mütevazi olmanın, kişiliğini davasının üzerine çıkarmamanın gereğini de hakkıyla 1 olabilenler bilebilir. O yüzden, bir araya gelmek bir kişiliksizleştirme ve ferdiyetleri buharlaştırma operasyonu olamaz, çünkü hedef 1111 olmaksa, bunu yine 1 kalarak, ama daha büyük bir değer kazanarak yapabilir insan.

Rakamların hep ekonomik ve maddî amaçlı konuşulduğu bir zamanda, size bol 1'li bir yazı… Ne mutlu 1 olabilenlere, ne mutlu 1111 olabilenlere ve ne mutlu 1111 kalabilenlere
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Ahlaki Güzellik.

Duyarlıklar yok olmuşsa duymazlar çoğalacaktır. Dinleyen yoksa doğal olarak anlayan da olmayacaktır. Hayatın renkleri, biçimleri yeni bir anlamsız anlam kazanmıştır sanki. Herkes kendi şiirini yazıyor. Hisler körelmiş, kafalar kirlenmiş, zihinler bulanmışsa; ihlâs bozulmuş, işe menfaat girmişse; Leyla’yı Mecnun’u, Ferhat’ı Şirin’i bilen kalmamışsa ne yarar öyküm, kime ne türküm…

Değerler manzumesi ahengini dağıtmış. Kimi isyanda, kimi duada, kimi boşlukta… Ahlakî faaliyet disiplinini kaybetmiş. İtham etme, kategorize etme, yakıştırma kolaylığı bazılarının işlerini çok kolaylaştırmış. Hüküm çıkaranlar çok. Hükmedenler de.. Çığırtkanlar da çok, suskunlar da… Çözüm, proje, ciddi, samimi, ilmi gayret ve çabalar yok. İmân sahibi olmanın kazandıracağı üstün meziyetlerin hayata yansıması pek görülmüyor. Ama işin tüccarlığını yapan çok. Oysaki ferdin de toplumun da başarı, huzur ve mutluluğu ahlaki güzelliğe önem vermesi ile mümkündür. Adalet-Emanet bilincini oluşturacak, estetik duygusunu uyandıracak, sevgiyi çoğaltacak temel olgu ahlaki güzelliktir veya ahlak güzelliğidir. İki cihan sultanı, Medeniyet Güneşi Peygamber Efendimiz; “-Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Dememiş miydi?

Hayatın, yaşamanın manası nedir? Bir gayesi olmalı değil mi? Alın teri ile çalışmanın, göz nûru dökmenin manevi hazzının tadının ölçeği var mı? İyilikte yarışma, sevgiyi çoğaltma, bilgiyi paylaşma’ nın önemi, sevabı hayata anlam katar. Hayatın kalite standardı ahlaki güzelliktir. Ahlaki güzellik; ahlak duygusundan doğar, imânla beslenir. Hayatın bütün alanlarında hareket tarzımızı etkileyen, yönlendiren ve yanlıştan, kötülükten uzaklaştıran, en iyisini, en doğrusunu yapma iradesini ortaya koyan, maddeye anlam kazandıran manevi bir güçtür. Merhamet, şefkat, vicdan, izan sahibi ve insan olmanın adıdır. Madde ile mana arasındaki tenasübü sağlayan, beraberinde adaleti getiren, kötülüğü gotüren bir mekanizmadır. Hareket, bereket ahlaki güzellik içerisinde en güzel semerelerini verir.

Başı dik, alnı ak olmak erdemli, onurlu duruştur. Erdem ve onur ahlaki güzelliğin parametreleridir. Yaşamın kalitesini yükselten de erdem ve onurdur. İnsanlığı öldüren de nefis ve gururdur. Evet!..Hayatın kalite standardı “Ahlakî Güzellik” tir
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Farkında Olmalı İnsan...


Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.


Farkı Fark Etmeli, Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen...



Bir Damlacık Sudan Nasıl Yaratıldığını

Fark Etmeli.



Anne Karnına Sığarken Dünyaya Neden Sığmadığını
Ve En Sonunda Bir Metre Karelik Yere Nasıl Sığmak Zorunda Kalacağını

Fark Etmeli.



Henüz Bebekken 'Dünya Benim!'Dercesine Avuçlarının Sımsıkı Kapalı Olduğunu, Ölürken De Aynı Avuçların 'Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum İşte!'Dercesine Apaçık Kaldığını

Fark Etmeli.



Ve Kefenin Cebinin Bulunmadığını Fark Etmeli.
Baskın Yeteneğini

Fark Etmeli Sonra.



Azrail’in Her An Sürpriz Yapabileceğini,
Nasıl Yaşarsa Öyle Öleceğini

Fark Etmeli İnsan



Hayvanların Yolda Kaldırımda Çöplükte
Ama Kendisinin Güzel Hazırlanmış Mükellef Bir Sofrada Yemek Yediğini

Fark Etmeli.



Gülün Hemen Dibindeki Dikeni, Dikenin Hemen Yanı Başındaki Gülü

Fark Etmeli.



Evinde 4 Kedi, 2 Köpek Beslediği Halde
Çocuk Sahibi Olmaktan Korkmanın Mantıksızlığını

Fark Etmeli.



Eşine 'Seni Çok Seviyorum!' Demenin Mutluluk Yolundaki Müthiş Gücünü

Fark Etmeli.



Dolabında Asılı 25 Gömleğinin Sadece Üçünü Giydiğini, Ama Arka Sokaktaki Komşusunun O Beğenilmeyen Gömleklere Muhtaç Olduğunu

Fark Etmeli.



Zenginliğin Ve Bereketin Sofradayken Önünde Biriken Ekmek Kırıntılarını Yemekte Gizlendiğini

Fark Etmeli.



Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi Geçti, Yarın Meçhuldür,
O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Enstantaneli bir şölen gibidir hayat. Nereden gelip konduğunu anlayamadığımız bir hatıra canlanıverir zihnimizde bazen. Geçmişin o incecik yollarında dolaştırır bizi. Kendimizle karşılaşıveririz birden ve kalbimizde; biraz burukluk, biraz heyecan, biraz özlemle karışık duygular yeşerir.

Bir çok insan konup göçmüştür hayatımızdan meselâ. Kimi çok sevdiğimiz, canımızdan bir parçadır bunların. Kimi öylesine gelip giden bir yolcu, kimi bizden çok şeyler götüren öncenin dostu, şimdinin yabancısı, kimi aşkını yaşadığımız, ama şu an hiç de önemli olmayan biri… Ve diğerleri…

İkindi vaktinin hüzzam şarkılarını hatırlatır çoğu kez hatıralarda yolculuk. Onlar ansızın çalıverince kapımızı, bizi de bir burukluk kaplar ister istemez.

Gönlüm sırılsıklam yine hatıraların kucağında iç çekmekte. Bir kapı eşiğinde tebessümlü bir yüz var önümde. Nurânî simasına ne kadar da güzel yakışmış bu tebessüm. Minik bir telâş var ellerinde ve kollarında, biraz mahcup bir edâ ve biraz da yaşanmışlık yüzünde…

“Hoş geldin! Buyur içeriye..!” diyen sesinde misafir ağırlayacak olmanın mutluluğu bir de…

Misafirinse gözünden kaçmayan bu telâşa iliştirdiği iki cümle, “Kusura kalmayın, rahatsız etmedim ya?”

“Ne kusuru komşum, buyur buyur” diyen neşeli ses yine.. “Biraz elimdeki işe dalmışım da, kapı çalınca koştum hemencene…”

İşte bir komşu ziyaretine mukabil açılan kapıyla birlikte, bir gönül evi daha…

Ah nerden kondu şimdi bu gönlüme.

Bilmem ki, hatıra değil mi? Gelip konar ansızın, sormadan sızıverir zihnine ve oradan da kalbine…

Ha bir de, yaz akşamlarından kalma şen kahkahalı, bol cırcır böceği müziğiyle süslenen o muhteşem sohbetler var… Lacivert gökyüzünün uçsuz bucaksız kubbesinin yanıp sönen yıldızları altında, saman yolunun hikâyesini dinlemek bir de…

“Bir varmış, bir yokmuş... Saman adında bir genç varmış. Bu genç, Yıldız adında bir genç kıza aşık olmuş. Yıldız nazlı, yıldız gence hayır dermiş. Ama genç kararlı, yıldızsız olmaz. Bir gün yıldızı kaçırmaya karar vermiş. Yıldızı bir çuvala koymuş ve omuzlamış. Yıldız sönmüş çuvalda ve dağılan her parçası gencin yürüyüp gittiği yolda sönük bir iz bırakmış.” Ne acıklı bir hikâye bu yine…

Bir de, minik bir çocuğun ışıl ışıl yanıp sönen gözlerinde, mor bir çiçeği ilk kez görmenin heyecanı…

Çam kokulu, zeytin ağaçlı, asma yapraklı, dere şırıltılı bir ev manzarasında kurulan çocuk evcilikleri, bir de salıncaklar…

Hayatın bir ucundan bir ucuna, ne çok şeyler gelip konar ömrümüze. Bizi inşâ eder, bizi var eder. Bizi biz eden ince eleklerden geçirir…

Ey bizi gergefinde durmadan dokuyan hayat, sen ne muhteşem şeysin ve ey hayatı veren Zat, sen ne muhteşem Yaratıcısın…
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Susmalı insan sırası ona gelince...


Bazen bir anlık susmanın anlatabileceği şeyleri saatler süren konuşmalar anlatmakta yeterli olamıyor.


Bazen susuşlara saklanıyor sevgiler... bazen de nefretler...


Her susuş beraberinde bir birlikteliği getiriyor yada ayrılığın soğuk duvarlarını örüyor araya.


Söyleyecek, söylenmesi gereken çok şeyler olduğunda da susuyoruz çoğu zaman.


Kendimize anlatıyoruz nedense karşıda ki dinlesin diye hazırladığımız hep 'ben' le başlayan uzun cümleleri..


Ve bitişlerde hep acabalar kalıyor aklımızda...



Her şeyi bitiriyoruz kimi zaman tek bir söz söylemeden, açıklama yapmadan.
Susuşlara saklanıyoruz yine...
Bırakalım da onlar anlasın diye...


Herşey bittiği zaman başlayan şeyler bazen güzel de olabiliyor ama hiçbiri sonsuza kadar sürmüyor. Sonsuz olacak bu defa diyerek başlanan her şey yarım kalıyor. Yarım hayatlarımıza bir de yarım insanlar ekliyoruz sonra. Ve her her seferinde savunmamız onları sonsuz sanmamız oluyor.


Tükeniyoruz yavaşça... Tüketiyoruz hayatı. Susuşlardan sıyrılıp yol oluşlara sığınıyoruz sonra. Gidiyoruz...uzanıyoruz sonsuza. Yolcular gelip geçiyor üzerimizden adlarını bile öğrenemiyoruz acelelerinden... acelemizden.


Her yolun vardır bir sonu deyip kendi sonumuzu keşfe çıkıyoruz. Vardığımız diğer yol ayrımları da aynı bizim gibi; hepsinin üzerinde izler var geçenlerden ve hiçbirini silebilecek kadar kuvvetli bir rüzgar yok ortalıkta.


Terk edilişler başlıyor sonra yapayalnız kalıyoruz...
Kendi yarattığımız sessizliğe çakılıyoruz.


Ve diplerde arıyoruz sonsuzları. Karanlık sarıyor bizi... Karanlıkta buluyoruz geçmişe özlemi... Hayatlarımızı bırakıp geçmişe dönüyoruz, geçmişler varediyoruz kendimize yaşanmamış yaşanması istenen...


Ve artık yüzümüz yok, sesimiz yok, hayallerimiz yok. Cansız bedenlerde can çekişen ruhlarımız var sadece.


Uzatmaları oynuyor ruhlarımız
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Seni beklemeden sonsuza akar. Mühlet biter ve başlar yolculuk. Dünya ki bir sihirli kuyu. En kuytusunda bir damla olsan da bütün yollar ölüme akar. Kaçmak mümkün değil, ertelemek imkansız. Kader denen nazlı peri her an yanıbaşında hissettirmeden. Sözün bittiği yerde başlayan bir iç çekiştir bu. Duyguların kendinden geçtiği, gönül diyarının bitap düştüğü nokta... Ötelerin ötesi. Göklerden gelen davet, gideceğin tek adrestir aslında. Günler döner, mevsimler değişir. Sen ise bir mevsimlik kuş misali uçarsın hicret zamanı geldiğinde...
Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Gurupta tezahür eden ihtişamın efsunuyla kendinden geçersin.



Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Alnındaki secde çiçeklerini toplayıp öyle gidersin. Sonra, göklere yolladığın duaların yağmur misali dökülür göklerden rahmet olup. Tüm basamakları bir secde hızıyla geçip ulaşırsın en sevgiliye. Bir vuslat sevinci sarar ruhunu. Göklerin fevkindeki hislerin yağar üstüne. Benliğinin esrarı çözülür ve ten kafesi göçer gider yurduna. Tüm hüzzam ağıtlar seni söyler sonra. Merhametin senden fazlaysa ve heybende sevgi doluysa..
Elinde birikmiş duaların varsa, vicdanının ayak sesleri götürür seni...
Gurupta tezahür eden ihtişamın efsunuyla kendinden geçersin.
Ve...
Mevsimlik bir kuş misali uçarsın hicret zamanı geldiğinde.


Elinde birikmiş duaların varsa ...
En derin uykular örtüsünü dünyanın üzerine yaydığı zaman, bir sükunet yayılır ruhuna... İşte tam zamanıdır artık gerçeğe uyanmanın. Sıra dağlarla çevrili hayatta kendi dağını aşma gayretin şaha kalkar... Gayret atın tırıstadır.
Bu devir başka bir devir. Tefsiri mümkün olmayan hisler sarmış insanlığı. İnsan insanın kurdu. Değerlerin içi büyük bir çukur. Düşmüşüz en derin hiçliğe. En mutena duygular aleni, serkeş. En kadim dostluklar kin kuşanıyor. İnsanın bir yüzü gördüğümüz. Birkaç yüzü var görmediğimiz. En savunmasız olduğun anda, bir nisan akşamında meçhul iklimlere yol aldığımız, sırlı dikenli yollar karşılar seni... Yorulur tükenirsin. Uzaktaki ölüm meleği yaklaşır, yakınlaşır. Kendini bırakırsın sonsuzluğun kollarına.
Elinde birikmiş duaların varsa ...
Hicret zamanı geldiğinde...


Elinde birikmiş duaların varsa ...
Alnındaki secde çiçeklerini topla ve dağıt vadisi çiçeksiz gönüllere. Kışta kalmış yüreklere bahar ol. Kar ol, karı erimiş dağlara.
Yorgun bulutların yağamadığı yağmur ol, kurak gönüllere. Billur ırmakların testisi ol suya hasret dudaklara. Bir mevsimlik menekşe gibi düşme toprağın bağrına. Sonsuzluğa ayarlanmış yüreğini bile. Göklerin saramadığı, zirvelerin ulaşamadığı en ıssız gönüllerin Kehkeşan’ı ol. Eyüp’ün sabrına eş olsun tahammülün. Her durağın ötesinde başka durak ol yolcusunu bekleyen... Merhametin senden önce yürüsün yollarda.
Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Bırak yüreğin bir secde hızıyla vuslata ersin.
Gurupta tezahür eden ihtişamın efsunuyla kendinden geçsin.



Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Vicdanının ayak seslerini hala duyuyorsan...
Güvercin gibi gelen baharların ardından, gelen bir acı tufan gibidir ölüm insan nefsine... Bir anda çıkıp gelir sonsuz yolculuk. Söz bitmiş,vakit tamamdır. Yüreğin karanlık bir geceyi ağırlasa da kanat çırptığında göklere, ışıkla dolacak odanın içi. Heyben doluysa, elinde ve dudaklarında duaların izi kalmışsa, vicdanın uyanıksa, ve alnında secde çiçekleri açmışsa... Koşar adım gidersin.
Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Seni beklemeden sonsuza akar. Ötelerin ötesi bekler seni. Geldiğin noktaya varır yolun. Gidersin kimselere sormadan, haber vermeden. Ansızın durur hayat. Biter fasl-ı bahar.
Göklerden gelen bu davet, aklın hesaplarının bittiği, bir çağ yenilgisidir aslında...
Koşar adım gidersin.
Elinde birikmiş duaların varsa.
Ve...
Merhametin senden fazlaysa.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Aglamak.

hznfm2qi1.jpg


Ağlamayı düşünüyorum; kimi zaman zor geliyor, dalıp gidiyorum düşüncelerin dipsiz kuyusuna...

İnsanlara soruyorum, ''ağlamak'' diyorum nasıl bir duygu anlatır mısınız bana?..

Kiminin yüzünü acı bir tebessüm kaplıyor, sanki ağlamak onun için bir ızdırapmışcasına...

Kimi ise; sahte bir gülümsemeyle, ağlamak acizlik dermişcesine yüzüme bakıyor.

Benim için ise apayrı bir duygu ağlamak...

İstemeyerek girdiğim, dertlerle, sıkıntılarla dolu siyah denizin limanından ayrılmak, her türlü kederin odama getirdiği karanlıktan sıyrılmak, aydınlanmak, huzur duymak...

Yağmurdan sonra temizlenen yollar, mis gibi toprak kokan doğa gibi ferahlamak, ruhunu tüm kötülüklerden arındırmak, ağlamak...

Ağlamak; bir yol uçsuz, bucaksız ağlamak; bir nehir ki, ne kadar coşkulu ise, o kadar derin ve güzel...

Ağlamak; hissettiğine, sevdiğine işaret, umuda yolculuk, hayal dünyasından ayrılmanın verdiği kederden bir parça...

Belki anlatmak isteyip de anlatamadığın, en kuytularda sakladığın düşlerin...

Belki de içini dökmek istediğinde boğazına takılan sözcüklerin...
Seni hiç bir anında yalnız bırakmayan, seni teselli eden yegâne dostundur ağlamak...

Sadece üzüntünün dışa vurumu değildir ağlamak, her düşünceni yansıtan tüm varlığındır.

Sevdiğinde, nefret ettiğinde; heyecanlandığında, özlediğinde hep seninledir.

Seni en güzel anlatan sözcük, tavırdır insanlara...

Ağlamak hayata karşı samimiyetindir.

Yanağına düşen her bir damla, bir zümrüt kadar değerli, manalı bir söz kadar önemlidir ağlamak...

Hayatın sana sunduğu tek hediyendir...

Yaradan rahmetini, kahrından üstün saydı.
Ne olurdu halimiz, göz yaşı olmasaydı!
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Vuslattir Ayriliklar.
Hep ayrılık, isteğe erince istek ölür,
Bir anda ölseler de insanlar tek tek ölür...

N. FAZIL


Bin bir ümit ve sevgiyle örgülediğim güne hazırlanıyorum karanlığın aydınlığa çalan vaktinde. Kaneviçesini kuruyorum gökkuşağı renklerinden derlediğim ilhamlarla öğrencilerimin. Ümitli olmalıyım, sevgi ummanları oluşturup incilerle yağmalıyım yüreklerine.

Yolculuk, her zaman düşündüm onu;
İçimde bu azgın davet ne demek?
Oraya, nerdeyse güneşin sonu,
Uçmak, kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.


Bir bir üşüştüler anılarıma ayrılıklarım adımlarken erkenden kaldırımları. Ayrılık türküleri mırıldanırken seyrettim kavuşmaların rengini. Hatırladım hıçkırıklara bulanmış ellerin mendil sallar gibi uçuştuklarını havada. Ayrılıklarda tattım zehri bir, bir de kavuşmalarda. Bulutların üstüne vardım da ayrılığa nedamet duydum rüzgarlardan. Yollara düştüm de ağlaşma duydum dağlanmış yüreklerle tanış asfaltın çakıl taşlarından. Kavak yelleri esiyor ve küçülüyor uzaklarda yollar kıvrım kıvrım kıvranan. Karalar giyinmiş dağların başı, yağmalara çırpınan bulutlarla barışık. ''Han sarhoş hancı sarhoş'' ayrılık eleminden sanıyorum. Sararan ve kızaran yaprakların dövündüklerini düşünüyorum rüzgarın önünde bir o yana bir bu yana. Görüyorum ki, otağını kurmuş ayrılığım gurbet diyarına. Çaresiz kabulleniyorum artık bir ''hu'' ile yüreklerin ısınacağını, kavrulacağını ayrı düşmüşlerin!

Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;
Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var?


Doğarken ayrılıkla yoğrulmamış mıydı hamurum asırlar öncesinden zaten? Menşeinden bir bedene bürünüp ayrılmamış mıydım? Bana biçilen ömrün her safhasında tatmamış mıydım bu zehri? Ruh bedene girdi, düştü ayrılığa. Beden, bağrından kopup gözyaşı döktü ardından toprağın. Cansız heykel, ruhla buldu kimliğini ayrılıklarla örgülü. Günler, hayatın ömrün yüzünü acı rüzgarıyla yalarken her geçen zamana ağıtlar yaktı. Ruh bedene ram oldu, gün gördü ağladı; fani bedenine el sallayıp yürekleri dağladı. Doğdu da ağladı, gitti de. Hep ayrılık türküsüydü bunlar. Bitmezdi bu besteli güfteler. Haddizatında ayrılıktı bir yerden diğer yerlere. Birini sevinçten, diğerini kederden göz yaşına boğardı ayrılık. Başı elem sonu elem olan bu hayatın vardır bir lezzeti bilene. Hakikate uyanan gözler her elemin bir lezzet netice verdiğini fark ederdi.

Büyük randevu…Bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?
***
Ağzıma soğuk kurtlar dolacak, gözüme kum;
Dipsiz kuyu, sürdükçe zaman, sürecek uykum...


Derken, ayrılık motifleri yağdı ilhamlarıma. Evden ayrılıp okuluma kavuşuyorum, okulumdan eve... Bu döngü devam eder biçilmiş müddetçe. Yine başlar bir yerden bir yere bahsimiz. Evden şehre, şehirden şehre ve denizler aşırı ülkelere... Bir amaç uğruna dilek ve temennilerle. Gidip de döneklerden olmamacasına... İçimizi ve içleri ısıtan tavrıyla, ''soğuk''un bile içinin titrediği diyarlarda benzeri ayrılışlar ve kavuşmalar... Hiç bitmeyecek bu serüven var oldukça yaşamak, yok olmadıkça ayrılık... Varmış yokmuş neye yarar? Ayrıyım asırlardır dilimde terennümümden? Söyler dururum şarkı gibi ismini. Rüyalarımda görmek niyetiyle koştururum ölümün yarısına.

Allah’tan ümit kesilmez. Beklerim ben ayrılık ve kavuşmayı bunca yıl beklediğim kadar. Binlerce hamd ve sena olsun kavuşturana, kavuşturacak olana.

Hangi dağa tırmansam, muradım ötesinde;
Murad, bugün yerine her günün ertesinde...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
20:25
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Ve hepimize birgün bu masal son nefesini üfleyecektir….
yalnzlkkl8.jpg

Her dem uykuya dalarken gördüğüm gerçek
Bir rüya gibi muamma olup gidecek...



Hayat bazen yenidir.


Hayatın renkleri…çizgileri….simalar….dokunduğunuz her şey ayrı bir heyecan katar insana…herşeye merakla yapışır…sıkılmadan usanmadan , mantık aramadan oyalanır onunla….onun için hayat taze açılmis bir cicektir…koklanacak çok şey vardır o çicekte….daha özü alınmamış…koparılmamış…yıpranmamış…gülmek yakışır ona….o güldükce çevresini de güldürür….herzaman güldüren o olur…tek neşe kaynağı kendisi olduğunu…dikkatlerin üzerinde yoğunlaştığının farkındadır ve bunu koz olarak kullanır…başarırda…kaybedilmek istenmez hiç bir zaman…..dünyasının tek hizmetkarıdır…bu onu yüceltir….layıktır…o olmadığı zaman hayatta yoktur…neşe de...hayat onunla başlar…hayatı sürdürebilmenin tek kaynağıdır….ne yücedir o….

Hayat bazen tanımaktır….ağlamayıda yeni yeni öğrenir….acıyıda…öfkeyide….o taptaze açılan çiçek yerinde değildir artık….kokusu tükenmiştir….değişik dünyalara tanık olmakta….o dünyaların kahrını çekmektedir…..sevmek onun için oyuncak olmaktan çıkmıştır….gereç olmamıstır hiç bir zaman….nereye varacağını bilmeden yol almaktadır…onun için hiç bir şeyin önemi yoktur…. o aşıktır….maşuktur belkide….herkes tarafından bilinen , herkesten gizlenen bir aşkı taşır yüreğinde…konmuştur bir kelebek, kanatlarında umut taşır ….serzeniş…hangi bahara konacağını bilmek sürprizdir….dalgalanan saçlara o baharı bağışlar….yağmurda ıslanmak bir hiçtir….aşkın o mahcup ateşinde ıslanmıştır o …yağmur nedir ki onun için….elinden tutar bazen hayatın…ona çocuk olur….

Geceyide çok sever…karanlık ona düşünmeyi tattırır….nerede durması gerektiğini hatırlatır….hayat ona ram olmaktadır….o aşka….

Hayat bazen çelişkidir….o eski heyecanları unutmuştur artık….uğradığı sokaklar cazibesini yitirmiştir…mağrurdur o …hayat geriledikçe o ilerlemektedir adeta…ilerledikçe çetrefil yollar artmakta….karar vermekte zorlanmaktadır….herşeyin odak noktası olan kendisi, kendisine odak noktası seçmiştir…..hedefe ulaşmanın yollarını aramakta…eline geçen her malzemeyi onun için kullanmaktadır…haritasını elinden eksik etmez…çünkü bilirki onsuz menzil yoktur…kaybolmaktır… o kaybolmaktan korkmaktadır…bu yüzden yalnızlıktan ifrit olur.....birliktelikten birlik doğacağını bilir ve bunun için mücadele eder…bazen elindekilerini kaybeder…kutsallarını yitirir…..ama önemli değildir…feda etmesinide bilir….çünkü feda edilen her kutsal ona şahdamarında kan pompalamaktadır…feda etmek yok etmek anlamına gelmediğini bilir….feda etmek emanettir...hayatın diğer çehresinde beklemektedir onu…feda etmek yaşamaktır…

Bazen ağlar….çaresiz oldugunu düşünür…çıkar bir yol bulamamaktadır….saçlarına ak düşmüştür…keder yüzüne vurmuştur…çevresinde ihanetler artmıştır…gittikce yalnızlığa itilmektedir…en kötü anında bile şükretmektedir…onun için tek servet aklıdır…iradesidir…inancı….hayat onun için tecrübedir….

Hayat bazen bir geçittir….

Yavaş yavaş menzile yaklaştığını sezmektedir…..iyi kötü yaklaşmaktadır menzile….her duyguyu tatmış…her ızdırabı çekmiş biri olarak ilerlemektedir….dünyada bir iz bırakmanın sevinciyle yaklaşmaktadır….yine de içinde bir sancı vardır….

“ ben, kendimi bir nehre kaptırıp hayatın akışına yön verebilen ben….kahrımı hiçe sayıp yaşamını bir öze bağıslayan ben…hangi kurak toprağa can verebildim….hangi gözlere ferahlık katabildim….hangi duaya amin diyebildim….hangi yüreğe el verdim… kendi hayatımın zerresi olan ben….hangi yolcunun yönünü tayin ettim…yol gösterdim…“

…diye sormaktadır kendisine……

Menzili görmektedir o. Öyle bir menzildirki cazibesine kapılmaktan veda etmeyi bile aklına getirememektedir…arkasına dönmek istemez…o nurdan bir an gözlerini ayırmak zulümdür ona…..üstündeki ağırlık gitmiştir adeta….bir tüy kadar hafif…bir o kadar şeffaflaşmıştır….

Geçitten geçmeden son bir kez arkasına dönüp bakmaktadır hayata……

…..hayat onun için bir hikayedir artık…..bir masaldan öte değildir…..

Ve hepimize birgün bu masal son nefesini üfleyecektir….
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst